Sayfalar

Salı, Ekim 12, 2010

Cok yakinda, takipcilerin secimiyle...

Blogumla epeydir ilgilenemedim, ama onumdeki iki hafta boyunca en azindan iki-uc farkli yazi hazirlamayi dusunuyorum. Bunlardan biri gezi yazisi olacak: Fareli Koyun Kavalcisi'nin gectigi yer olan Hameln'le ilgili gezi notlarimi (birkac fotograf ve bir video ile) paylasacagim.

Ardindan artik haftalik olarak yapmayi planladigim bir kose gelecek : "Editorce"... Ilk seferlik iki tane yaziyi ardarda yayinlayacagim. Bu kosede yapmak istedigim unlu bilim dergilerinin editor yazilarinda cikan konulari kisaca ozetlemek ve tartismak. Bu iki haftanin yazilarindan ilki, birkac ay once Nature Neuroscience isimli bilim dergisinin editor yazisini ("Bir model organizma olarak universite ogrencisi (University student as a model organism (doi:10.1038/nn0510-521))" ) hem dunya hem de Turkiye bazinda burada tartismayi dusunuyorum.... Isminden de anlasildigi gibi cok eglenceli bir editor yazisi, o yuzden burada yazacagim yazi da buyuk olasilikla oyle olacak.

Ikinci yazi konusunda ise birkac secenek var...
Bu siteye duzenli olarak gelip bakanlardan ya da arada bir de olsa ugrayip gorusunu belirtmek isteyenlerden ricam gormek istedikleri konuyu asagidan secip numarasini yorum olarak yazmalari....


1) Ac bir dunyayi nasil besleyebiliriz? (How to feed a hungry world? Nature, Temmuz 2010, doi:10.1038/466531a. Usutnde cok fazla yorum yapmaya gerek yok. Acilen cozulmesi gereken sorunlarin belki de basinda gelen bu konuyla ilgili bir yazi oldukca ilginc olabilir.Turkiye'nin populasyon artisindaki kontrolsuzlugu (Erdogan'in bir basbakana yakismayan bir bilincsizlikle en az 3 cocuk onermesi gibi), verimli topraklarda dusuk degerli besinlerle ve yoksullukla mucadele konusunda simdiki ve onceki hukumetlerin eylemsizligi kadar bilimsel acidan da ele alinmasi gereken, bilimadamlarinin onemli sorumluluklarindan biri olan bir konu. Ister istemez biraz da siyasi bir yazi olur sanirim.)

2) Benzinin otesinde (Beyond Petroleum? Science, Agustos 2010, DOI: 10.1126/science.1194561. BP'nin yarattigi cagin en buyuk cevre felaketinden ve BP'nin bu felaketten once ortaya attigi "Beyond Petroleum" sloganindan yola cikan yazida alternatif enerjiye yonelimin gerekliliginden ve neler yapilabileceginden bahsediliyor. Turkiye alternatif enerjiler soz konusu oldugunda Dunya'daki en verimli bolgelerden biri. Bu konunun da ilginc olabileceigni dusunuyorum.)

3) Bilim standardlarini yeniden belirlemek... (Reframing Science standards, Science,DOI: 10.1126/science.1195444. Bu konu ayni zamanda bilim egitimiyle ilgili Amerika'da yapilmasi istenen degisiklikleri de ele aliyor. Benim yazimda da tabii ki Turkiye'deki sistem ve karsilastirmalar olacak.)

4) Cevrilen* ekoloji (Translational Ecology (burada fikri eyleme dokulmesi seklinde bir cevrimin yanisira genetikte protein sentezi sirasinda genlerin okunmasi ve aminoasitlerin siralanmasi anlamina gelen translation'a da gonderme yapildigi icin tam ceviremedim.)Science,Agustos 2010.DOI: 10.1126/science.1195624)

5) Yukselen Almanya (Germany rising. Nature,Eylul 2010. Bilim dunyasinda tekrar yukselise gecerek 2.Dunya savasi oncesindeki konumunu yakalamak uzere olan Almanya ve bunun nasil basarildigi, Turkiye'de bu tip bir girisim icin neler gerektigi, neler yapilabilecegi uzerine bir yazi dusunuyorum.)

Daha fazla vakit gerektirecek ama kesinlikle yazacagim bir diger yazi da, yine yapmayi dusundugum bir diger kose icin olacak. Bu kosede de en guncel ve en onemli bilimsel gelismeler hakkinda yazacagim. Ilk yazi, bilimadami (yada daha cok CEO) Craig Venter ve grubunun yapay bir genomla olusturduklari bakteri, ve ardindan gelen yapay yasam tartismalari ve Venter'in genetikte kullanilan pekcok teknigin patentini alarak kontrol sahibi olmaya yada daha dogrusu 'monopoly" yaratmaya calistigi iddialari uzerine.

Yorumlarinizi bekliyorum

Sevgi ve isikla kalin.

Cuma, Eylül 10, 2010

Ask'i dansetmek...

Bu kadar estetik, bu kadar güçlü, bu kadar yoğun.... Fırtınalı bir aşkın bir dansla daha önce bu kadar güzel anlatılabildiğini zannetmiyorum.

Dans kadar dansçıların makyajı ve mimikleri de mükemmel...

Akrobasi de yanında hediyesi...

İyi seyirler...




Salı, Eylül 07, 2010

Tek Sayfalık


Bir delik var içimde,

Sanki bir delgeçle delinmişim.


Beklerken başlamasını müziğin

Hayatımın arka planında,

Yanımda belki bir dost,

Elimde belki bir sigara,

Bir öyküde belki yan karakterleriz,

Sokak çalgıcılarını kıskanmışım.


Sanki bir mecburiyetmiş gibi eklenmek

Öyküsüne bir diğerinin,

Rüzgarla sürüklenip gelmiş

Bir kağıt parçası olan benin

Anlaşılamamış üstünde ne yazdığı.

İlk uygun yere iliştirilmişim.


Eklemeyin, belki sakıncalıyım.

Zaten çoktan delik deşiğim.

Hatta belki zehirliyim de.

Belki karıştı mürekkebim mürekkeplerine

Diğer öykülerin.


Boşverin, kim nereye uyarmış.

Kim neymiş, ne değilmiş.

Bazen savrulmalı rüzgarda.

Ve bazen bulunan her sayfa

Kopmamıştır ki bir kitaptan.


Bazen anlatılanın ana fikri

Tek bir satırındadır.

Bazen tüm öykü

Tek sayfalıktır.

Cumartesi, Eylül 04, 2010

Bir kitap bir video....

Bir filmin ya da bir kitabın arkasından yorum yazmak istiyorsanız düşüncelerinizin biraz soğumasını beklemeniz genellikle daha iyidir.

Ama bu sefer çok beklemeye gerek yok sanırım... Hatta bahsedeceğm kitabı bitirip derin bir nefes alalı daha beş dakika bile olmamışken...

Ejderha Dövmeli Kız... Yeni bir kitap değil, aylardır önümde duruyordu, nedense içimden gelmedi kapağını açıp okumaya başlamak... İki gün önce gece vakti elime aldım ve bir anda içine çekildim.

Devamını kesinlikle okuyacağım. Ama ilki için şunu söyleyebilirim: Son zamanlarda bu kadar iyi bir kitap okuduğumu hatırlamıyorum. İçiçe girmiş, birbiriyle alakalı ya da alakasız (yanlış saymadıysam) dört öykü, bugüne kadar belki de en fazla ısındığım kadın karakter... Idealler üzerine, politika ve ekonomi üzerine alttan alta gelen eleşitiriler ve çok sıkı, mükemmel dokunmuş bir polisiye kurgu... Bazı bölümlerde heyecandan kitabın kapağını kısa süreli kapatıp, kendi kendime konuştuğumu itiraf ediyorum! (Tamam, bu biraz benim kaçıklığımdan da olabilir.)

Çok şey söylemeyeceğim. Mutlaka okunmalı. Bestseller olmuş, boşuna değil.

Bir de geçen günlerde öğrendiğime göre bir filmi var (Bayağı geç öğrenmişim, farkındayım). Onu da merak ettim. Sanırım yarın da onu izleyeceğim (Birşeyi sevince peşini bırakamayanlardanım, ne yaparsınız.)

Bir dipnot yazmadan geçemeyeceğim. Kitabı okumayanlar burayı atlayabilirler. Son sayfaya kadar kendimi tuttum, ama son sayfada erkeklere çok sağlam küfrettim. Hala da ediyorum. Nedeni çok mantıklı durmasa da... Galiba kitabın içine düşüp karakterlere çok bağlanıyorum...

İkinci olarak da... Bir süredir buradan yaptığıma devam ediyorum, yeni bir klip ekliyorum. Youtube hala sorunlu Türkiye' de biliyorum ama eminim herkes artık bir yolunu bulmuştur...

(aslini kaldirmislar akustigiyle degistirmek durumunda kaldim :( )




Sevgi ve ışıkla...

Cuma, Eylül 03, 2010

Ironi...

Ice dokunan hafif bir melodi, harika sozler ve... cok eglenceli bir video...

Sabah almam gereken gulumseme dozunu bana verdi.

(House sezon 5 bölüm 14 - final)

Çarşamba, Eylül 01, 2010

Pete Yorn -Lose you....

House sever misiniz?
Bir dostum araciligiyla kesfettim Pete Yorn'un bu muhtesem sarkisini... Bir House bölümünün finalindeki sarkiydi...
KAybediyoruz... Eksiliyoruz... Yeniden yesermek, yeniden cogalmak icin belki... Belki de oyle bir sey hic yok... Kimbilir...

(House,M.D. 5.sezon 20.bölüm)

Salı, Ağustos 31, 2010

Sir

Basini kaldirip duvardaki saate bakti: 04.33. Tam bes saattir yatakta donup duruyor, kogusundaki hiriltilari dinliyordu. Asagi yukari her gece sayiklama aliskanligi olanlar da vardi, pencereleri titretecek kadar yuksek perdeden horlayan da. Ama alismislardi birbirlerine, hic kimse birbirine aldirmadan uyuyordu.

Son bir haftadir uyumayan tek kisi oydu.

O her gece sesleri dinliyor, karanlik dvuarlara, pencereden yansiyan ay isiginin duvarlarda yarattigi beyaz perdenin ustunde sessiz bir filmin kahramanlari gibi hareket eden golgelere bakiyordu.

Uyuyamiyordu. Safak sokene dek.

Gun dogunca uyursa tembellik ediyormus gibi gelirdi.  "O halde" diye dusundu, "cekinmeme de gerek yok". Herkes gecenin karanliginda gordukleri aydinlik, rengarenk ruyalardan sonra taze taze yataklarindan kalkarken o kendisini anneannesinin balkonuna serdigi biberler gibi hissediyordu. Gun isigi vurdukca kuruyordu.

"Doktorla konusayim bi" dedi. Ama vazgecti hemen. Konussa ne ediyecekti. "Saat 5 sularindan on kapiya cikarsaniz bir kiz cocugu goreceksiniz. Eskiden konakmis ya burasi, o kiz hizmetcinin kiziymis. gunduz bahcedekki o guzelim havuza girmelerine izin vermezlermis. O da geceleri girermis, ay isiginda. Bi gece ay gitmis, o de gorememeis havuza giderken bastigi yeri. Ayagi kaymis dusmus, kafasini havuzun basindaki aslan heykelinin pencesine vurmus. Sabah annesi bulmus onu, o annesiyle konusmaya calismis ama annesi duymamis. "Kizim uyan, canim kizim uyan, terketme beni" deyip durmus. Kiz neden boyle dedigini anlamamis annesinin... Onunla konusuyormus cunku, uyanikmis zaten. Ayaga kalkinca anlamis annesinin niye agladigini.... Kendi cesedini gorunce anlamis. Cok feci."

Evet, boyle diyecekti derse. Sonra ona ilaclar verip uyutacaklardi. Ayri bir odaya alacaklardi ustelik. O kogusu seviyordu. Kogusun sesini, insan kokusunu seviyordu. Varsin uyutmasindi kiz cocugu. Ona da alisirdi yakinda, ya da kiz belki uyumasi gerektigini anlar, susardi.

Daha once digerlerinde oldugu gibi....

*********

Guzel, alimli bir kadindi. Ona gozunun ucuyla bakanlar bile hemen etkilenirlerdi. Cok degil birkac ay oncesine kadar ne kadar coktu etrafinda isiga cekilen pervaneler gibi donup duranlar.

O yakiyordu hepsini, kavuruyordu. O aldatici beyaz isiklarin, ustlerine konan pervaneleri kavurdugu gibi...

Simdi ise yakinina gelip gozlerinin icine bakmak yeterli olurdu niey burada oldugunu anlamak icin. Gozler, zaten bir tek gozler,, iceridekilerin disariya uzattiklari koprulerdi. O kopruler korkutuyordu bazen diger insanlari. Belki de o koprulerden uzanan ellerin coklugu korkutuyordu onlari. Bilmiyordu. Ama iste, sonucta buradaydi.

Her sabah bir saatten fazla ipeksi gur saclarini tarardi. Agir agir. Simsiyah saclari bembeyaz yuzune dusunce eski Turk filmlerindeki gibi bir guzellik cikardi ortaya.

O guzellik sessizdi. Sir pek konusmazdi. Cunku sesi yoktu aslinda, sesi bir hiriltidan ibaretti. Pekcok doktorlarindan biri "Sadece isteksizlik" demisti, "Konussa da konusmasa da bir onun icin. Ugrasmiyor konusmaya. Ses tellerinde bir sorun yok." Yine de birsey soylemesi gerekirse, hiriltilarina anlayan anliyordu. Konusmak yerine yaptigi tek sey kibar mimiklerdi. Gulumseme, bir bakis belki... Gunleri sessiz sessiz, kogusu ile bahcedeki gullerin yaninda, havuza bakan bankta geciyordu.

"Filozof bu" derdi eskiden arkadaslari ona. Gercekten oldugu icin degil, hic konusmayan bir felsefe ogrencisi oldugu icin. Yillari Sokrates'in, Eflatun'un ardinda, Kant uzerine kafa yorarak gecmisti. Universite yillari. Felsefe bolumunu birincilikle bitirecekti eger ...

Herkes herkes konusuyordu. Herkes. Kafasinin icinde donup duran sesler... "Sans" dedi biri. "Cok izin veriyorsun bunlarin konusmasina" diye sikayet etti digeri. "Sana ne bilmem kim ne demis, ne dusunmus. Otursaydin evinde edebinle, coluk cocuga karismistin, ailen olmustu simdiye. Universiteye gittin de ne oldu, basin goge mi erdi yani?" dedi baskasi. "Sallama onu... Tas devrinde kalmis o, bosver. Sen tadini cikardin mi hayatininin bugune kadar? O onemli." dedi capkin capkin goz kirpan bir digeri. Hepsini sadece dinleyen ise "Aciktim" dedi. Kalkti, konaga girdi, yemek saatiydi.

**********

Havuzun kenarinda diz cokmus, yansimasina bakiyordu. Eliyle yansimanin burnuna degdi, yuzu dagildi suyun ustunde.

Kalkip dolasmaya baasladi.

"Burasi rahat" dedi hafif bir hiriltiyla. "Kalabalik degil burasi... rahat."

Her zamanki bankina oturdu. "Rahat ama ne zaman gelecek bilmiyorum ki." dedi icinden. "Hayat boyle gecmez. Cok sikildim burada." Bir telefon etsem diye dusundu. Yine de epey bir oturdu, havuzu seyretti. Sonra kalkti, merdivenlere yurudu. Uzun beyaz parmaklari zarifce kavradi trabzani.

Ve durdu.

Merdivenlere hayatinda hic merdiven gormemis gibi bakiyordu. Basini kaldirip kocaman tahta kapiya korkuyla bakti. Dehset icinde hizla arkasini dondu, basi uguldamaya baslamisti, bahceye bakti, bahcede yavas yavas ona donen yuzlere... Telasla bir saga bir sola bakiyordu anlamayan gozlerle. Siki siki yapisti trabzanlara.

Bogazindan yukselen en yuksek hiriltiyla bir ciglik atti. "Nerdeyim ben? Nerdeyim ben? Halil nerede? Beni alacakti, nasil bulacak beni? Halil nerede? Gelsin beni alsin. Halil..."

********

Gozunu acti. Doktor yanindaki hemsireler bembeyaz yuzlerle ona bakiyordu. Ellerinde ayaklarinda bir agirlik hissetti. Tutuyor olmaliydilar. Burnuna taptaze cicek koulari geliyordu. Bahcedeydi.

Sonra hatirladi...

Merdivenleri taniyamamisti once. Bu eski konagin bahcesi birden ona yabanci gelmisti. Birden birbirinden kopuk anilar ususmustu yine. Nerede oldugunu hatirlayamamis olmaliydi. Neden burada oldugunu...

Merdivene cokmustu demek... Bugulanan gozlerinden artik birsey goremiyordu. Aklindan hep sorular geciyordu birbiri ardina. Sonra Halil ellerinden tutuyordu. "Cok okudun bugun, artik yeter". Icini isitiyordu gulumseyisi. Sonra birden hersey karariyordu, kulaklari sagir eden bir ugultu, hersey ters yuz oluyordu sanki bir anda. Halil gidiyordu, sevdigi herkes hersey gidiyordu. Ona silik siluetler halinde donmek uzere gidiyorlardi. Bir tek Halil donmuyordu. Sonsuza dek donmemek uzere gidiyordu Halil.

Titredigini hatirliyordu bunlari dusunurken. Akordiyon gibi katlanmis 7 katli binanin enkazindan onu ilk cikardiklari zamanki gibi titredigini. Sonrasi cok hizli geciyordu gozlerinin onunden, siren sesleri, cigliklar, hastane gunleri.... Halil gitti diyorlardi ona, Halil yok. Kimsen yok artik... sonra Istanbul... bu konak.

Onun ebedi hapishanesi...

Agladigini hatirliyordu merdivenlere cokerken.... Merdivenlerden kosarak inen doktorun ayak seslerini duydugunu hatirliyordu. Tam o sirada dizlerinin dibinde yeniden beliriyordu kucuk kiz.... ve digerleri... bazilarin yuzleri ustleri toz icinde, kan icinde... "Git basimdan" diye bagirmisti, "Hepiniz... hepiniz gidin!!". Sonrasi karanlik. Bayilmis olmaliydi....

Basini kaldirdi. Doktoru endiseyle gozlerinin icine bakiyordu. Geldiginden beri hic konusmayan, bir hayalet gibi dolanmaktan baska birsey yapmamis olan Sir ilk defa boyle bir kriz geciriyordu. Doktor elini uzatti, genc kadinin saclarini oksadi yavasca. "Iyi misin simdi? Seni yukari cikaralim mi?"... Genc kadin bos gozlerle doktora bakti, hafif bir hirilti dokuldu dudaklarindan : "Evet, gecti."

Çarşamba, Ağustos 25, 2010

Açıkça...

Bilemiyorum.


Ben bugün görsem seni

Ne yaparım ?

Sen ne yaparsın peki?

Üzer seni aklım

Bunca geçmişten sonra.

Kalbimse beni.

Sensiz senle attıysa,

Seni görünce

Durmasından korkarım.


Oysa bilsen ne çok...

Ne bir duygu, ne kelime

Hiçbir şey yok.

Anlatılamayanda kilitli kaldım

Senelerdir.

Geçmiyor.

Geçmiyor.


Ve belki sen, hiç bilmeden...

Duymadığım bir namesinde,

Duymadığım güzel bir şarkının,

Belki sen, hiç istemeden...

Benim seni istediğimi

Sensiz eksildiğimi bilmeden...

Bir tek sözün

Sınırları birleştirecekken sen

Farkında mısın?


Sesini duymak için eksiliyorum.

Her işaretini, her bir kelimeni

Kendime yoruyorum.

Bu şüphe, bu "Keşke.."

Beni öldürüyor her geçen gün.

"Gerçekten mi, yoksa başka biri

Başka bir düşünce mi?"

Düşünmek,

Ah, sadece düşünmek bile

Beni öldürüyor.


Bilemiyorum.

Kalmadı kafamın içinde

Danışabileceğim tek bir hücre.

Açıkça,

Yalvarırım açıkça söyle :

Unuttun mu beni?

Yoksa hala aynı rüyada mısın

Benimle?

Cuma, Ağustos 20, 2010

Söylenmemek Lazım (Kalp Taşı)

Bugün Aşk'ı tartıştık.

"Yok olur mu ki Aşk'lar?" dedik...

Sonra düşündük, "Mesela..." dedik, "Böyle olsaydı..." dedik, "Hayatta neler değişirdi?" dedik, "Değişir miydi ?" dedik.

Sonra baktık yine delice bir ayinde, kendin geçmişcesine Aşk'a tapınmaya başlıyor içimizdeki deliler... "Çok ileri gittik." dedik, sustuk.

Oysa konuştuklarımız "acaba" bile olamayacak şeylerdi. Birer "keşke" hiç değildiler. Sadece "Şimdi şu anda burada olsa..." dedik, şansa bakın ki bu beş kelime içimizdeki delileri uyandıran parolaymış.

Oysa biz sanıyorduk ki, Aşk artık bize uzak, Aşk başka diyarlarda gönlünü gezdiriyor. Hatta belki de Aşk bize küstü sanıyorduk.

Ne kadar yanılmışız gördük. Aşk nasıl kendini tohuma çekmiş, beş kelimelik bir sorunun dillenmesini beklemiş birden o dikenli gül fidanına dönüşmek için, gördük.

Farkettik ki, o gitti sandığımız Aşk, sadece hacmini küçültmüş. Hacmi küçülmüş ama yoğunluğu da artmış. Yani artık kalpte daha az yer kaplıyor sanarken biz, o küçüldükçe ağırlaşmış ağırlaşmış. Sonunda gelip kalbimizin miniminnacık bir yerine saplanıp da bir daha yerinden oynatılamayacak bir taş haline gelene kadar ağırlaşmış.

Biz sanmışız ki, artık boşalan kalbimizde yeni Aşk'lara yer var. Oysa o kadar ağırmış ki kalbimiz boş yer de olsa yoğunluğu düşmek zorunda kalmış yeni Aşk'ların... Tüm kalbimizi verdik sanırken bile içleri boşalmış.

Hep o içimizdeki Kalp Taşı'ndan... Hep o bizi terketmeyen Aşk'ın tohumundan.... Diğerleri surette kalmış.

Bugün de bunu farkettik.

"Ama" dedik, "hiç yakınmayalım. Ağır da olsa, canımızı acıtmak için pusuda yeşermeyi de beklese, en azından bizim bir tohumumuz var." Öyle ya, buna da şükür...

Suretine gelince,o da hiç olmamasından iyidir.

Söylenmemek lazım.

Pazartesi, Ağustos 09, 2010

Soruluk....

Güzel bir yas 27... Güzel. Ne 25in, genclikten yetiskinlige gecis yillarinin etkisi var artik, ne de 30li yillara yapismis agir sorumluluk duygusunun.

Her ikisi de neden yapismistir bu yaslara? Yine kültürle gelenek görenekle aciklayabiliriz, aciklariz da... Bir kadinin 30una geldiginde evli barkli olmamasinin evde kalmak olarak degerlendirildigi bir toplumda elbette 30 ister istemez hafif ürkütücü bir yastir.

Ama o da degil...

30 sanki bir planlama bir progrmlama yasidir. Eger 30un gelisini goruyorsan, hayatinin bu donemi acildiginda ne yapacagini bilmelisin demektir.

27de durunca hem 25i hem de 30u gayet net gorebilirsin. O netlik de sana yapman gereken planlamalarda yardimci olur.

Ve bir 27nin icindekiler bir 25ten yada bir 30dan daha fazladir sanki... 27 kaosun icinden yukselen dogrugan enerji gibidir. 25teki umarsiz devinim gelir, 30daki sorumluluk bilincine donusmek icin bu yangin yerinden gecer.

27nin enerjisi iyi degerlendirilmelidir. Sonrasinda kaybolabilir cunku insan. Hepsi icin olmasa da bazi sorulari sormak icin, bazi adimlari atmak icin 30 cok gectir, 30 geldiginde ne yone gidecegini bilmek icin bazi cevaplarin olmalidir elinde.

Mesela, sen, her gun o gununu inceden inceye tekrar dusunen ve ne kadar istese de bundan kacamayan sen...

Sen biliyor musun gercekten kim oldugunu ve kapasitenin ne oldugunu?

Yeteneklerin ne biliyor musun? Hangi yeteneklerin önemli? Onlarla neler yapmak istiyorsun?

Kimsin sen gercekten kim? Sordun kendine yüzlerce soru her sabah belki de ama hala bir cevabin yok bütününde... Ne kadar diyebiliyorsun ben buyum diye? Ne kadarini kendinin baskalari sekillendiriyor?

Hangi yönlerin olgunlasmis, nelerin cig kalmis? Nelerin hep cig kalmasini istiyorsun ve neden?

Habire soru sorup duracakmisin hayatin boyunca? Gercekten istedigin bu mu? Yoksa sende de bir yerlere, bir inanca, bir ideolojiye kendini capalama ihtiyaci cikacak mi ilerleyen yillarda?

Dürüst müsün kendine? Dürüst müsün cevrene?

Kac masken var senin? Bir temizlige girissen, söyle bir silkelesen kendini kac kisi dökülür icinden ve kaci gereksizdir, kacina ihtiyacin var hala ve de olacak? Neden? Neden bir tane yetmiyor veya gercekten yetmiyor mu?

Ne yapacaksin hayatinin olgunluk doneminde? Ne senin icin ilk onemli neler daha az onemli? Nasil baslamali nasil bitirmelisin aklindakileri? yapabilir misin gercekten ve nasil?

Kimi seviyorsun en cok? Bir cocuga sorulan soru gibi... Hangisini daha cok seviyorsun? Otur dusun, senlerini,aileni, dostlarini, asklarini , asiklarini....

Ailene nasil daha yakin olacaksin? Bu ozlemini nasil gecireceksin? Ne yapacaksin iki yakasi bir turlu biraraya gelmeyen bu gomlegi uzerinde tutmaya calisirken?

Adil misin gercekten? Kendine, ailene, dostlarina, ihtiyaci olanlara, tanidiklara, tanimadiklara?

Nerden gelir senin adaletin, yargilarin? Nedir senin hayata bakisin? Senin ahlakinin cizgileri var midir? Neler olusturur senin ulkenin sinirlarini? Kimlere giris serbesttir? Kimler disarida bekler durur? Kimler yasaklidir?

Sen kimlere yasaklisin? Neden?

Sen kimleri seversin? Kimler seni sever?

Kimlerin üzerinde izin, emegin var? Kimlerin senin uzerinde izleri, emegi var? 

Hangisi huzur vermis kalbine ogrendiklerinin, hangisi buyutmus nefretini, kinini? Tabii bir de, nasil ogrenirsin sen? Nasil ogretirsin ogretmek istersen?

Ogretin var mi senin? Kimdir ilk ogretmenlerin?

Ask nedir senin icin? Sevdan nedir? Bir insana duyulan midir Ask yoksa daha genis midir?

Kime asik olabilirsin sen? Kimi istersin bir omur yaninda yada istermisin birini gercekten?

Kimi cekmek istersen yanina bir sevgili olarak? Kimleri gorur gozun, kimleri farkedersin ve neden? Ne kadar vaktin, enerjin var bir sevgiliye ayiracak gunu ve yeri geldiginde? Ona neler verebilirsin, ondan neler beklersin?

Yalniz misin sen? Seviyor musun yalnizligi eger oyleysen?

Guclu musun? Inatci misin? Anlat nasilsin? Bir mucadelenin bir savasin icine dalabilir misin gozlerin kapali?

Sen neden bilimi sectin meslek olarak? Hangi meslegi en iyi yaparsin? Peki ne yapacaksin geri kalaninda hayatinin?

Bir tepsi var onumuzde sanki, gumus bir tepsi, once kenarlardan golgelerde kalmislarindan baslamali parlatmaya....O tepsi paril paril olmali, gun isigina cikana dek....

30una kadar sure veriyorum kendime... aklima gelen her soruyu yazip da her soruyu cevaplamak icin 30uma kadar sure veriyorum...

Yorulma luksum yok artik benim...

Vazgecmekten de yillar once vazgectim.

Pazartesi, Temmuz 19, 2010

Anka Kusu'nun dogumgunu

Yıllar geçti;
Vitrin değişti.

Çocukluk geçti.
Gençlik geçiyor.
Ak saçlarımı
Ayrı bir sever oldum.

Yıllar geçti;
Hissim değişti.

Eskiden inanamıyordum;
Şimdi
Anlamlı gelmiyor
Eskisi kadar;
Ve ikisi arasında
Kocaman bir anlam farkı var.

Yıllar geçti;
Tadım değişti.

Ne çocuk
Ne de büyük...
En huzurlu
Arada sıkışma faslı.
En tatlı yıllarmış
Otuzuna göz kırpanlar.

Yıllar geçti;
Derdim değişti.

Saklambaçlar,
Kovalamacalar...
Hepsinin zamanı vardı.
Şimdim ise
Gönlümün huzru,
Fikrimin saltanatı.


Yıllar geçti;
Ben değiştim.

Ve bu güya
Beklendik bir şeydi.
Ama kimse bana
Neyin beklendiğini
Söylememişti.

Yıllar geçti.
Bir kez daha belgelenecek şimdi
Ne kadar geçtiği.

Ve tüm bu curcunanın,
Tüm bu kutlamaların,
Gösterilerin, gösterişlerin
En vurucu yeri
Ne Aşk'a Selam korteji,
Ne de Anka Kuşu'nun
Canlanışı yeniden...

Yıllar geçti.
Sadece
Geçti.

Pazar, Temmuz 18, 2010

Sonsuzca

Yalın ve basittir

Hayat sanıldığından.

Akıldır yıllanan,

Söz kaçarken.

Ve kalp

Sonsuz yalnızlığına alışırken.

Oysa sevgidir

Sonsuzca

Tek hüküm süren.

Salı, Temmuz 06, 2010

Kapa Gozlerini

İnsan bir cevabı olmadığı zamanlarda kendini bilerek aptallaştırabiliyor.

Bir nevi savunma mekanizması: "Evet, önümde bir cevap olması gereken yerde birşey göremiyorum, ama orada olmalı. Görmeye çalışmam ve çalışmam gerek ama bunun yerine gozlerimi ellerimle kapatmayı seçebilirim. Dolayısıyla, orada olup olmaması, görüp görememem farketmez."

İlk başta çok saçma gelebilir, insanın kendini körleştirmesine karşı bağırıp çağırmaya başlayabilir, işi en uç ideolojilere dökebilirsiniz. Ama sakin olun gerek yok. Evet, bu göz bandı, bu aptallaşma, çok mantıklı. Evet, yeri geldiğinde çok gerekli. Evet, bazen keşke daha azını farketsem, daha azını sorsam diyorsunuz.

Ama bilinçli aptallaşmanın yan etkileri var. Mesela nerede frene basacağınızı tutturamayabiliyorsunuz.Sizin sadece bilmeye tepki koyduğunuzu sandığınız yer geçilmiş.Bilmeme eylemine o kadar çok gömülmüşsünüz ki, siz yumuşacık bilmemenin içinde kendinizi güya aptallaştırırken, dışarıda herşey son hızı ile akıp gitmiş.

Bilmenizi gerektirecek birşey kalmamış ama renkler de solmuş.

Çok gitmişsiniz.

Burada durup bir kendilik hesabı yapmak gerekiyor sanki. Bunu hala önemsiyor muyum? Garip, acaip, tuhaf sıfatlarına alışkanlığım bağımlılık oldu mu? Etrafıma kıyasla sıradan ve özelliksiz olduğum zaman ürperecek miyim, pişman olacak mıyım?

Ve sorulardan kaçış daha büyük soruları kucağınıza bırakıveriyor böylece.

Yanıtları yok.

Cevap sunağı gene boş.

Ve aptallaştırma arayışı geriye doğru son sürat kaçışla son buluyor. Yalnızlığınıza koştuğunuzu bilseniz de...

Cuma, Nisan 30, 2010

Bilmemenin dayanılmaz hafifliği

Gözlerim ağrıyor, beynim yanıyor.
Ve ben susuyorum.
Çünkü anlatamıyorum.

Hala ne olduğunu anlayamadığım, çözemediğim bir şey bu. Ne zaman başladı, ne zamandır benimle bilmiyorum. Sanki bir anda gelip yerleşen davetsiz bir misafir gibi. Gitmiyor.

Ben iyi miyim? İyiyim herhalde. İyinin yanına bir kötü tanımlamak gerekir ya, gazetelerden bir kötü örneği seçiyorum her gün. Her gün gazeteler kötüleşiyor. Ben de daha ve daha iyi oluyorum. Bir nevi şükür gibi sanırım.

Ama o her neyse gitmiyor. Kafamın bir köşesinde. Sanki üzerimden hiç ayrılmayan bir çift göz gibi.

Huzursuz değilim. Aksine bana ilginç bir huzur getirdi. Hissizlik, umursamazlık ile farkındalık,sakinlik arasında ince bir çizgi vardır ya, ikisinin de en üst noktaları birbirine kaynakla birleştirilmiş gibidir. Tam o birleşim noktası hani, bir gariptir, bir sıcaklığı vardır o kaynamadan dolayı. Tam soğumadığı için adımınla şekillenir, sınırın neresinde olduğunu anlayamazsın. Çok da güzeldir, çünkü adımın yumuşaktır, yormaz, kayarsın düşüncelerinde bir oraya bir buraya... ama çok sessiz. Hiç efor sarfetmene gerek kalmadan, sanki kendi hayatını dev ekranda izliyorsun gibidir. Öyle bir garip huzur var içimde.

Ne okusam ne görsem kendime yoruyorum. Ama yormadan, yorulmadan.

Hep demişimdir, tüm hisler, tüm düşünceler, zaman, evren, herşey... Çizgisel değildir. Dairesel de değildir. Döngüleri arasında çok ama çok küçük mesafeler olan, neredeyse bir çember gibi görünen spirallere benzer. Geçtiğin noktalar hiçbir zaman birbirinin aynı değildir evet,ne hisler ne de zaman. Ama bir uç da yoktur.Hüzünle mutluluk, korkuyla güven, coşkuyla sakinlik... zıtlık yoktur, baş son yoktur. Ama geçtiğin noktalar da aynı değildir. Bir hissin bir diğerine ne kadar benzese de özgündür. Yani herşey ama herşey içiçe geçmiş spiraller gibidir. İşte şimdi o spirallerin sanki hepsinin kesiştiği bir yerdeyim. O kadar ilginç şu halim.

Herşey var ama hiçbir şey yok. Ve bunu o kadar iyi anlıyorum ki şimdi.

Deliler gibi paylaşmak istiyorum, her anımı... Sanki herşeyi herşeyi kaydetmeliyim, paylaşmalıyım gibi... Aslında biliyorum, olmayacak bu, kayıp gidiyor ve gidecek. Ama yeni ve daha önce hiç karşılaşılmamış bir şeye bir çocuğun duyduğu merak vardır ya. Hani herkese göstermek iste, herkesle paylaşmak ister, ama yine de kimseye dokundurtmaz, öylesine sahiplenir. Tam bu haldeyim işte. Ne olduğunu bilmediğim bu hali öylesine sahiplendim ve paylaşmak için deliriyorum ama... ama olmuyor. Ne sahiplendiğim bende kalıyor, ne de paylaşabiliyorum.

Bu noktada devinim başlıyor durduğum nokta etrafında. Duygu selleri, bir oraya bir buraya... Düşüncelerin izi yok. En dengeli nokta şu an üzerinde durduğum belki ama etrafında kaosun da en yoğun hissedildiği yer bu yüzden. Herşey, en ufak bir devinim bile geri ona döndürüyor. Sonucu belli her hareketimin. Ama durduğum yerde de duramıyorum, belki de bu güven beni durmadan düşündüren...

Yani bilmiyorum. Bilmemenin bu kadar konforlusunu da görmedim daha önce. Bilmemeyi bu kadar sevmedim hiç.

Bilmemeyi ve bilmeyi de çok dert etmemeyi kendime yordum. Kendime özedim. İsmime uydum.

Ve bilmemek üzerine bu kadar yazmak da ne kadar rahatlatıyor, bilemezsiniz!

Salı, Nisan 27, 2010

Bir

2005 arsivinden...


Gözlerinde tüm cevaplar.

Gözbebeklerinden aktım kalbime doğru.

Bir kalpte tek attık bembeyaz.

Bir bedende can bulduk bembeyaz.

Ab-ı hayat fışkırdı durmadan

Gözlerimizden ışık olup.


Kükresem gökyüzü dağılır rengarenk olurdu.

Kükresem birleşir bembeyaz olur şimdi.

Bütün kendi rengini buldu Aşk'ta.

Sen mi ben mi, yok ki başkası Bir'den.

Ben mi sen mi, ne farkeder.


Bir ney taksimi çalıyor şimdi

Gökyüzü, rüzgar olup

Birleşen parmakların arasından.

Bir raks edişi var ki tenin gönle doğru,

Ab-ı hayat fışkırdı durmayıp damarlarımızdan,

Hayatı başlattık yeniden ve yeniden.


Dokunsa bakışların yakardı aklımı,

Dokununca tenin benliğimi yakıyor şimdi.

Bütün kendi tadını buldu Meşk'te.

Sen mi ben mi, yok ki başkası Bir'den.

Ben mi sen mi, ne farkeder.


Çaresiz şimdi

Bütün duyular ve duygular,

Bütün bilmeler ve unutmalar...

Caresiz şimdi telaslarim.


Gerçek kalpten zihne akmakta iken,

Tek bir bedende yeniden can,

Sen ben iken ben sen olup

Ben seni bilirim.

Gün gelince, zaman bitince...

Bilirim.

Pazartesi, Nisan 19, 2010

Göttingen'e de bahar geldi

Paris'i anlatmayı sürekli geciktirdiğimin farkındayım ama güzel bir yazı hazırlamak istiyorum ve şu son zamanda vakit ayıramıyorum.

Onun yerine, şu sıralar Göttingen için çok önemli bir olayın, Güneş'in tadını çıkarmaya çalışıyorum. İzlanda'daki yanardağ aktivitesinin buralara sürüklediği kül bulutuna rağmen dün ve bugün her yer günlük güneşlikti. Ağaçlar birden çiçek açtı, kampüs muhteşem görünüyor. 

Tabii enterasan böcekler de ortaya çıkmaya başladı. Benim buraya geldiğimden beri korkulu rüyam haline gelen devasa arılar da dahil bunlara...

Ama onlarla baş etmenin, daha doğrusu korkumu alt etmenin bir yolunu buldum : Onları ünlü yapıyorum!! Nasıl mı? Böyle ... 








Yeni fotomodellerim, hoş geldiniz! 


Pazar, Nisan 18, 2010

Gerisin Geri

Olmuyor, belki de olmamış hiç aslında.

Aktı sandığım tüm o sular

Birikmiş derin bir kuyuda.

Denize çıktı sandıklarım meğer

Hep bana akmış gerisin geri.


Kendimi buldum derken öylesine dağılmışım.

Ne kadar çok yanılmışım.

Acıtmaz sandığım şarkılar

Pençelerini mi bilemişler

Ve beklemişler sessiz sessiz.


Çoktan gitti sandığımmış benliğime kazınan.

Uykusuz gözlerimden, yastığımın kıvrımlarından,

Aşk bana asıl oyununu oynamış

Ve içeri süzülmüş

Usulca, sinsi sinsi.


Tek bir umut bırakmış geriye

Tek bir acı hayalin tadını dilimde.

O, boşluk değilmiş göğüs kafesimde.

Benim aslında bir kalbim varmış.

Ve içindeki aşk başka yer bırakmamış.

Pazartesi, Nisan 12, 2010

Spontan Insanlar Kulubu Iftiharla Sunar

Iki hafta once cuma, bir arkadasimin dogumgununu kutlamak icin gittigimde ertesi gun sabah 8 gibi bulusup Almanya'nin kuzeyine dogru yola cikma fikriyle mekandan ayrilmistim. Bu ilk kez olmuyordu, ayni kadroyla benzer bir sekilde 31 Aralik 2009da Bremen'e gitmistim.Yani bir gece oncesinden daha dogrusu bir kac saat oncesinden Almanya"nin bir sehrine gitmeye karar vermem ve dogru duzgun uyumadan cantami sirtlanip (eyalet icindeki trenlerde ucretsiz gezmemizi saglayan Semesterticket sagolsun) trene atladigim cok olmustur. Hatta grupca ilk spontanlik girisimim de herhalde gecenin 2sinde benim eski evimde yapilan bir anlasma sonucu oldu: Nevi sahsina munhasirlikta rekorlar kirmis iki kisi, Buket ve Onder'le ilk trenle Hamburg'a gitmek, uyumadan gezip dolasip, orada bir diger ikili Mine ve Emre'yle bulusup gece en gec trenle donmek (Eski spontanlar kulubunun temel tasiydi Buket, simdi kulubun Istanbul subesinin basinda.).

Buradaki ilk senemde  bu ucretsiz tren olayindan faydalanmak icin, ve biraz da buranin konforlu trenlerinde ne hikmetse baya iyi calisabildigim icin kendi kendime de kafama estikce cantami toparlayip bi yerlere gunu birlik gidip donuyordum.

Bu haftasonu yasadigim ise tum diger spontan gezilerimi golgede birakti. Cunku bir gun icerisinde gitmeye karar verip, valiz hazirlayip, kac gun , nerede kalacagimdan, nasil bir programla nereleri gorecegimden habersiz bir sekilde Almanya disina cikmam ilk kez gerceklesti. Tabii bunun icin oncelikle tum hazirliklari, planlari, rezervasyonlari kendisi icin hali hazirda yapmis olan ama gidemeyecegi icin bana ve (Lubeck ve Bremen gezilerinde de benimle olan bir baska spontan kisilik) Sibel'e devreden Cansuya tesekkuru bir borc bilirim =).

Sibel'le Paris turumuzu, iki gunde kesfettiklerimizi, fotograflarla buradan paylasacagim ama zamana ihtiyacim var. Persembe gunu saat (oglen) 2de birlikte gitmeye karar verip, 21:00da otobusun bizi alacagi yerde hazir bekliyorduk Sibel'le. Cok ama cok yorulduk. Ama Paris'i gormus olduk, boyle bir firsat kacmamaliydi gercekten.

Paris izlenimlerimi buraya aktarmadan once bir iki gun rica ediyorum, affiniza siginiyorum.

Sevgi ve Isikla Kalin

Çarşamba, Nisan 07, 2010

Kuzey Almanya'nın En Güzel Liman Kenti

Gecenin 4'ünde, evin içinin beyaz ve mavi ışıklarla gündüz gibi aydınlanmasının akabinde dışarıdan telsiz sesleri apartman içinden de kalabalık sesleri gelmeye başlayınca, her Türk gibi meraklılığımı konuşturdum, kapıyı açtım ve içeriyi güzel bir gaz kokusu doldurdu.

Neyse ki ciddi birşey yoktu yada vardıysa da itfaiye ve ambulans halletti. Ama ben o panik halinde aniden çıkmam gerekirse diye bir çanta bile hazırladım. Neyse ki gerek kalmadı. E durum böyle olunca, dedim en azından şu itfaiyecilerin bir fotosunu çekeyim balkonumdan... Flaşsız çekmeliyim ki farketmesinler di mi? Evet. Ama ben yanlışlıkla son anda flaşı adamlara altıncı kattan patlattım akabinde de ışık hızıyla içeri kaçtım ve ışıklarımı kapattım. Sanki anlaşılmadı... Bi de fotograf birşeye benzeseydi bari.

Şu an itibariyle ortalık sakinleşti. Ben de uyuyamayacağıma göre Lübeck gezisinden bahsedeyim dedim.

Bu cumadan pazartesiye kadar Paskalya tatiliydi. Birkaç arkadaşımın peşine takılıp Lübeck'e gittim. Fotoğraf çekmek için ortam ve şans arıyordum, bahane oldu. Lübeck çok güzel, hani büyülü denebilir neredeyse. Eskinin tüccar kenti döneminin tüm zenginliğini binalarında heykellerinde gösteriyor. Bu konularda çok konuşmayıp resimlere bırakacağım sözü.

Lübeck, Almanya'nın Kuzey Denizi kıyısındaki en büyük limanı. Hamburg'a bağlı ama Hamburg'un merkezi limanından daha büyük olmasına rağmen şehrin kendisi çok daha küçük. Yine de küçük göreceli tabi: Eğer 220000 nüfuslu bir kente küçük dersem ben bildiğiniz kasabada yaşıyorum. Üstelik içinden nehir de geçmiyor.

Bu şehri gezerken sürekli "Ben burada yaşamak istiyorum" diye sayıkladım durdum. Suyun varlığı bir şehri çok güzelleştiriyor gerçekten...

Resimlerin çoğunun üstüne tıkladığınızda orjinal hallerini görebilirsiniz. Bazıları da sizi bu fotoğrafların ve daha pek çoğunun bulunduğu (deviantArt) sayfama yönlendirecek. Blog formatından dolayı bazı fotoğraflar uzamış, sıkışmış gibi görünebilir, o yüzden üzerlerine tıklamınızı tavsiye ediyorum.

Lübeck Katedrali'nin dış görünüşü

Katedralin içinden bir görünüm





Şehirdeki pek çok kiliseden biri daha.


Eski şehir merkezinde, eski belediye binasının yanındaki çarşının içerinden görünüşü.

Hanın içindeki bir çiçekçi.

Eski şehrin etrafını saran Trave nehri.




Holstentor. Lübeck denince akla gelen ilk yapı. Almanya'da gördüğüm en güzel bina olduğunu söyleyebilirim. Anladığım kadarıyla eski zamanlarda şehrin giriş kapılarından biriymiş.


Salı, Nisan 06, 2010

Yumurta Tatili Sonrasi...

Paskalya tatilinde harika birsey yaparak günübirlik de olsa Göttingen'den kurtuldum. Lübeck isimli bir sehri kisaca ziyaret ettim. 

Sehri anlatmak icin vakte ihtiyac var. Ama isteyenler bu guzel sehirde cektigim fotograflardan bazilarini buraya tiklayarak gorebilirler. 

Gerisi, cok yakinda...


Çarşamba, Mart 31, 2010

Göttingen'de büyümek...

Göttingen görünürde sıradan bir şehir. Şirin, minicik, içi dolu turşucuk kıvamında...

Aslında görünüşüzle hiç alakası olmadığını ise burada 3 aydan fazla süre geçiren herkes anlar diye düşünüyorum.

Benim düşünceme göre burası bir kör nokta... evet... Şöyle düşünebilirsiniz : Animatrix'i seyredenler oradaki bir sahneyi hatırlayacaklardır. Herşeyin havada asılı kaldığı, güya doğal kanunların işlemediği bir alanı bir grup çocuk farkediyorlardı, ve tam tadını çıkartmaya başlamışlarken, matrix ajanları tarafından hem alan hem de çocuklar güzel bir format yiyorlardı. Göttingen öyle bir yer işte. Ya da anladığım kadarıyla pek popüler (ve benim inatla seyretmediğim) Lost isimli dizideki konsept de Göttingen'in işleyişine yakın. Ya da Otostopçunun Galaksi Rehberi'ndeki Sonsuz Olasılıksızlık Motoru'nun (infinite impossibility drive) mantığı da burada yaşadığım pek çok olayın ilginç bir analoğu olabilir.

Bu kadar uçuk açıklamalara girmeden de konuya dalabilirdim, ama canım böylesini çekti... açık hava akıl hastanesine hoş geldiniz. Burada normal adama rastlamazsınız daha doğrusu normalin tanımını değiştirmenizde yarar vardır.

Abartmıyorum. Hatta passaparola cansuyu diyorum.

Burada kazandığım bir aile var. Bu aile bana arkadaşlık kavramını da normallik gibi yeniden tanımlattı. Çünkü en başta birbirimize bakış açımız gurbet kavramından beslendi, normalde bir araya belki de kolay kolay gelemeyecek insanlar olarak, ortaklıklarımızı keşfetmemizden olduğu kadar farklılıklarımızdan da çok keyif aldık.

Zamanla ister istemez yoğun bir çekirdek oluşturduk, zaman zaman bu çekirdek yoğunluğundan ötürü içe doğru çökmeler, kara delik oluşumuna yakın durumlar da yaşadı.

Şimdi şöyle bir baktığımda, hayıflandığım pekçok yönüne rağmen bu şehri sevebilmemin altındaki nedenlerin bunlar olduğunu düşünmeye başladım.

Hani derler ya yazsam kitap olur diye... Yok, kitap yazmaya yetişemeyiz. Çünkü her an herşey bizi şaşırtmaya, inatla tüm düşündüğümüz, hesapladığımız olasılıkların dışından olaylar sunmaya devam ediyor.

Burası bize kendimizi aşmayı, anlamayı, fark etmeyi ve en önemlisi de sevmeyi öğretti bence.

Eski defterleri resimleri karıştırdım biraz. Deliliğimizi çok sevdiğimi fark ettim. Çok güzel olmuşuz burda aslında, tam kıvamına gelmişiz. Bunda biraz da kendimizi adayıp, uğruna türlü fedakarlıklar yaparak geldiğimiz, gönül verdiğimiz "işimiz"in, doktora sürecimizin de katkısı büyük. Hangi dalda, hangi konuda olursa olsun. Ne öğrenmeye çalıştıysak inatla günlük hayatımıza da sokmaya çalışmışız becermişiz de üstelik.

Ben hem eskiye bir selam çakayım hem de birkaç örnek vereyim diye yazıyorum bu yazıyı. Çünkü aslında bu enterasanlıklar öyle boşuna geyiğine enterasanlıklar değil.

Başlarken Buket'e saygı ile başlamam gerek. Bizim üniversite yıllarına dayanan bir dostluğumuz ve bunun yanında paralel giden bir "garipleşme" sürecimiz vardı. Hatta ilk geldiğimizde bizi bir arkadaşına "Bunlar da ne? Biri tuhaf biri acayip" şeklinde betimleyen sevgili cansuyu da ilerleyen zamanla beraber açıldı, saçıldı, ve kendisini de "biri garip" tanımlamasıyla cümleye kattı.

Buket'le bir oyun gibi oynadığımız şey bir nevi yadırgatmaydı galiba. Karşılaştığımız durumları ekstremlere çekip dalgamızı geçtik. Ve her anıyı, her çıkarımı aklımıza kazımış olmamız yetmedi, duvarlara, defterler, dolap kapaklarına da yazdık!!

Bir Esra da vardı bu gelişim sürecinde... Nev-i şahsına münasır olmak nedir o öğretti diyebiliriz. Sessiz sakin olandan beklenirmiş en büyük patlamalar. Sonra Tuba ve onun yüksek ölçek kahkahalarının içinde barınan güce şahit oldum, çok memnun oldum. Sinan Paşa'mız ve onun incecik incecik gelen esprileri GöTürÜn günlerine, sazı da rakı gecelerimize renk kattı. Cansu'nun bitmeyen enerjisi ve pozitifliği hüzünbazlığımı bozmayı başardı. Rami'nin abiliği, aklından geçeni hiç çekinmeden yapması (hatta bizim adımıza da :)), Burcu'nun doğallığı, Mehmet'in saf kardeşliği...

Bu liste uzaar gideeer...

Bu yazı ciddi bir yazı olarak devam edemeyecek amacı da o değildi. Biz çok eğlenmişiz, siz de eğlenin demek asıl amaç aslında...Kelimelerin, bakışların arasına anlamlar gizleyerek anlatılmaktan yorulunmuş olanı anlatmak ve işe biraz eğlence biraz da absürdlük katmak bizim yadırgatma oyunumuz.

Misal;

"Güle güle susmak"taki incelikler...

Her hıdrellez, güllerin altına sıkıştırılan hayallerden gına geldiğinde "Sevgili Hıdrellez, sen bu satırları okurken ben çok uzaklarda olacağım " diyebilmek...

Herşeyi haddinden fazla inceleyen "mürekkep dolu beyinler"in bu incelediklerinden çıkardıklarını itinayla "belgelemesi" ve bir de zaman-mekandan bağımsız şekilde aynı anda bunu yapabilmek yani "paralel belgelemek"..

Ve bir GöTürÜn sözlüğü inşa etmek sonunda...

Ben buraya geldiğimde, pop hayatta dinlemeyen, genelde kendi içinde yaşayıp giden, dans filan da etmeyen bir tiptim. Ama dans etmenin en güzelinin, sevdiğiniz insanlarla, nasıl dans ettiğinize aldırmadan kendini müziğe kaptırmak olduğunu keşfettim. Üstelik o sırada çalan müziği hissetmiyorsunuz bile...

Herkesin birşeylerden kaçarak, ama kendinden kaçamayarak, belki de biraz da kendini bulma umuduyla geldiği bir yerde birbirine ayna olabilme ne kadar büyük bir şansmış, bunu öğrendim.

En güzeli, çeşitliliğin önyargının tek ilacı olduğunu, inanılmaz tek renkli bir toplumda bile istendiğinde o çeşitliliğin barındırılabileceği bir grup yaratılabileceğini ve böyle bir grubun , o grubu gözleyerek yaşayarak öğrendiklerinizin hiçbir kitaptan, dersten öğrenilmeyeceğini öğrendim.

Kısacık hayatlarımızda farkındalık için en kestirme yolun dinlemekten, farklı hayatları tanımaktan ve onları anlamaya çalışmaktan geçtiğini farkettim.

Bunları şöyle bir öğütünce kim ne demiş çok da umursamadan yaşanılabileceğini, çevreden bağımsız ama onun içinde bir özgürlüğün ancak bu şekilde başlayacağını gördüm.

Tanımları, hesapları, uzun vadeli planları bırakmanın insanı ne kadar hafiflettiğine de çok kez şahit oldum, birebir yaşadım.

Bir kavramın tek bir isminin, tek bir anlamının olmadığını, olamayacağını, bizden bağımsız hiçbir tanım varolmadığı için o tanımlarla olsa olsa kendimize konforlu hapishaneler kurabileceğimizi farkettim.

Yani böylesi deliliklerin, incelikli olmanın ve incelemenin getirdiği bir deliliğin, insanı özgürleştirdiğini anladım.

Şimdi böylece, daha iyi anlıyorum bu şehrin kör noktalığını... Ve daha çok seviyorum.

Hepinizi ey GöTürÜn insanları, dostlarım ve Göttingen,

Ben aslında hepinizi en derinden seviyorum.

Pazar, Mart 28, 2010

Elveda

Düşünürken yürümeyi seviyorum ya, bir de düşünürken seninle konuşur gibi yapmayı seviyorum. Yürürken konuşurken, bazen farketmiyorum bile ne kadar yürümüşüm. Gene öyle bir düşünme tuttu beni sabah sabah. Ben de anahtarlarımı aldım. Telefonu bıraktım, şimdi kimseyle konuşasım yok, dedim kendi kendime. Sen hariç tabi. Bir ceket kaptım ve çıktım.

Hava garipti biraz. Sanki yağacak ama karar verememiş gibi... Gene de yürüdüm. Düşündüm, taşındım. 

Bayadır yürüyorum aslında... Neredeyim kimbilir. Kafamı kaldırayım biraz, bakalım nerdeyim.

Duruyorum. Şaşkın. Heyecanlı.

Ama... imkansız... nasıl olur? 

Düşüne düşüne yürürken... 

Sana çıkmışım...

Oysa sen bu köşeyi döndükten sonra değildin sanki... ama işte büsbütün sana çıkmışım...

Önümde kocaman demirli kapı. Hani açmak için eğilmek zorunda kaldığın, kilidi bodur kendisi kocaman o demir kapı... O dar merdivenler... al işte ciddi ciddi sana çıkmışım...Ve kapının önünde o kedi...

Yok,olamaz bu.. Gözlerimi yumuyorum ister istemez. Yok, olamaz bu... Olamaz nasıl geldim ki buraya... Burnumda bir deniz kokusu, yağmur yagacak. Başımı eğiyorum kaldırıma, gözlerimi açıp yürüyorum hızlı hızlı...

Ve yağmur başlıyor, olanca gücüyle... Bir fırtına... Hep bana karşı vuruyor, tüm gücüyle, yüzüme yüzüme... Elimle korumaya çalışıyorum kendimi, adım atmaya çalışıyorum. Nereden çıktı bu fırtına? Sırılsıklamım üstelik, yağmur taneleri sanki delip geçiyor. Geri dönmeliyim, nasıl döneceğim? 

Alışıyorum neden sonra fırtınaya, hızlanıyor adımlarım... Düşünmeye başlıyorum tekrar istemsiz, elimi siper yapıp rüzgara karşı yürürken gene düşünmeye başlıyorum...

Ve öyle bir düşünüyorum ki bu sefer bu anlık deli fırtınanın dindiğini bile farketmiyorum. İnsanlar bana garip garip bakıyor haliyle, ortada olmayan bir rüzgara karşı yürüyorum. 

Hemen toparlanıyorum... Dar sokaktan, sıkışık evlerin arasından iniyorum. Deniz, yağmur, taze toprak kokuyor... Ve başka bir koku var... Tanıdık bu koku... Çok tanıdık... Ben buraya nasıl çıktım, sana, sonra denize nasıl çıktım?

Tedirginliğim geçiyor yavaş yavaş. Bir yanım mutlu çünkü. Nasıl oldu bilmiyorum ama oldu işte. 

Dibimden geçen arabanın kornasıyla irkiliyorum. Bekliyorum arabaların geçip gitmesini. Karşıya geçiyorum, denize doğru... Deniz, martılar... Bir vapur geçiyor ileriden yavaş yavaş...

Yorgun düşüyorum. Şaşkınım. Düşünürken yürümeyi ve seninle konuşmayı seviyorum. Ama artık düşünmüyorum. Artık düşünmüyorum, peki öyleyse bu ne? Ne oluyor? Nasıl oluyor?

Gördüğüm ilk banka atıyorum kendimi... Hala mantığı bırakmıyorum bir yandan...Denize nasıl geldim bu kadar kısa sürede? O kadar çok yürümüş olamam ki...

Ama asıl soru benim oraya nasıl geldiğim... Ne mantığı, ne zamanı... 

Aklımı kaçırıyor olabilirim belki... Aklımı mı kaçırıyorum? Şimdi gözümü yumsam gözlerimi açtığımda kendimi belki evin ilerisindeki parkta, surların üstünde bir bankta otururken bulacağım. Nasıl? Evet, en iyisi öyle yapmak, hayal bunlar gerçek olamaz, olamaz. 

Ama istemiyorum. Gözlerimi kapatmak istemiyorum. Geri gitmek istemiyorum. Burada kalmak istiyorum, deniz kokusu burnumda, mavisi ne güzel... ama ya gerçek değilse... O zaman... ya dönemezsem.... Dönmem gerekir mi? Dönmem gerekir mi? 

Gözlerimi kapatmalıyım. İstemiyorum.

Bu bir rüya, hayal gördüm, geçecek. İstemiyorum.

Gözlerimi açınca parkta bulacağım kendimi. İstemiyorum.

Bunu yapamam kendime. Gerçek değil bu.Ya gerçek buysa?

Olamaz, hayal görüyorum. Ya gerçek buysa?

Kapatıyorum gözlerimi. Hayır, hayır.

Gerçeğe dönmeliyim. Gerçeğime dönmeliyim.

Gidiyorum. Kalıyorum.

Elveda.

Iyi sabahlar Dünya...

Saat olmuş 3:33... (Genellikle Japon psikolojik) korku filmlerinin ürkütücü saati... Bu saati gördünüz mü bir hassssktir dersiniz ya, bela yakındır çünkü...

Bu yazının konusu da efendim, tam anlamıyla bu... Bela... Evet, ciddi ciddi bela... 

İç belası...

Saati görüp hasssiktr diyorsunuz ve deme nedeniniz de saati görüyor olmanız... Çünkü o saati görebilmenizin tek bir nedeni var ... Uyanıksınız... Tamam, yani arada bir olur öyle, uyku kaçar, ödev vardır, olur... Ama bunu bir haftada 7.kez görüyorsanız ve önceki altı durum takiben gün ışığını da görmekle sonuçlandıysa Pavlov'un zavallı köpekleri şartladığı tarzından bir şartlanma yaşıyorsunuz...

Ve o bıkkınlıkla gidip bir de üstüne çay koyuyorsunuz... Ben koyuyorum... 

İki gündür gün ışığını görmeden uyutmayan, gözümü kapattığım andaki düşünce hızından beynimde şimşekler çaktıran cinsinden bir tür bela ile boğuşuyorum. Sanki nöronların haberleşmesini bizzat görür gibiyim.

Öyle ilaç milaç da alamam, hem uyku ilacı olayına nedense karşıyımdır. Hoş, karşı olmasam da alamam. 

Ne yapıyorum o zaman? Denemediğim bitki çayı, onun kökü bunun yaprağı kalmadı. Yok. 

Açık ve de seçik benim sorunum uyumak istemememden kaynaklanıyor, çünkü efendim belanın adı uyku...

Neden derseniz, cevabı bulana çok güzel hediyelerim var. 

Artık rüyaların da beni kesmediğini gördüğümden beri uyku düzenim çok sarsıldı. Muhtemelen neden bu. Her gece birkaç tane, o da en film gibisinden rüya gören biriyim. Bazen çok ve de gerçekçi rüya görüp gerçekle rüyayı karıştırdığım da olmuştur. Ve haliyle, rüyanın içindeyken rüyadan sıkılmayı başaranı artık ne nörolog ne psikolog paklar diyorum. 

Bir de üstüne, kafamda dönüp duran soruların bir tanesine bile bir cevap vermekten acizim, üstelik bunlar da öyle yenilir yutulur cinsinden sorular değiller.

Biraz da ev kuşu bir tipim, e haliyle evden de çıkmıyorum. Tekrar blokflüt çalmaya bile başladım. Can sıkıntım konusunda bilmem bir fikir verir mi?

Neden yazıyorum bilmiyorum. Son zamanlarda hep şiirimsi birkaç şey yazmışım. Ama okuyamadım bile kafam şu anda o kadar fena durumda. Saçmalamaya ihtiyacım var. Acilen ve çok uzun uzun, saçmalamaya ihtiyacım var. 

Aslında hakkında yazmak istediğim ciddi konu sayısı da hiç az değil. bir hayli politik olma isteğim var. Yazmak istediğim bir iki bilimsel ilginçlik de söz konusu... ama onları yazabilecek ciddiliğe girersem muhtemelen çıkamam bir daha....

Bu yazı da bu duruma çözüm olmayacak... ama blog biraz da iç dökme şeysiymiş..

Dökeyim dedim...

İyi sabahlar Dünya!

Pazartesi, Mart 22, 2010

Son Kale


Hadi çöz dilini.
Bırak hasretlerini avucuma.
Saçların denizlerimi dalgalandırmayalı,
Ellerinden beyaz güller koklamayalı,
Kac yıl geçmiş gitmiş
Ben senden kaçmaya baslayalı?

Ağır basıyor aklıma özlemim.
Ne hikayeler gördü şu gözlerim,
Çok yaşantı var, kaydı ellerimden
Sana tek bir an bile tutamadım ben.

Hadi otur, akıt gözyaşlarını kelime kelime.
Bir iltihap gibi kaplanmış o koskoca yüreğin.
Bak, özlemim tuttu bir meltem ile
Getirdi bıraktı önüne demir kapılı evin.

Zaman damla damla
Üstümüze yağmurlar yağdırsa da
Bizi ıslatmaz ya da üşütmez ki
Cehaletin buz gibi nefesi.

Burada işlemez ne hayat telaşı
Ne de ölüm korkusu.
Bu alandır, senin kollarındır
O son kale, evrenin bile sustuğu.

Cumartesi, Mart 20, 2010

Memleket Özlemi

Türküler beni çağırıyor

Bozkırları memleketimin.

Kalabalıkların telaşı...

Gençliğim ve Karanfil,

Çocukluğum ve Yenimahalle'm.

Anılarım beni çağırıyor.

Otobüs kuyruklarında,

Dersane sıralarında,

Bır yarış atı gibi koştururken

Göremediğim güzelliği şehrimin...

Sessiz, huzurlu bir ana gibi

Ya da cıvıl cıvıl bir genç kız...

Ankara'm beni çağırıyor.


Her bir köşesinde

Bir isim yazılı şehrimin.

Günler, aylar, yıllar

Hatıralar yazılı.

Bu sefer belki

Onun bana ihtiyacı vardır.

Belki gitmek zamanıdır,

Ankara'm beni çağırıyor.

Cuma, Mart 19, 2010

Zarifçe saçmalamak


Bir saat daha astım duvarıma şimdi... Artık kimin sayesinde bu sefer bilmiyorum.

Bu saatlerin her biri, bir benin ömrü kadar... Kaç ben çıktıysa benden içeri o kadar çok saat var. Yetmiyor gibi yenileri ekleniyor, ne mutlu. En yalnızımda bile yalnız değilim aslında.

Bu içerideki baskı bende acil bir kusma isteği uyandırıyor. Epeydir bir yoğunlaşma mı oldu, iç hacmim mi kaldırmıyor artık, bilemiyorum. Ama bütün bunlar bana dalgalı denizde kalakalmış taka etkisi yapıyor: içim sallanıyor, midem bulanıyor...

Tıbbi bir açıklaması da varmış üstelik bu "iç tutması" sendromunun... Deniz tutmasından hallice, beyninde elektrik fırtınaları estiren cinsinden bir tutulma...

Her anormalin kaderinde olduğu gibi, bu anormalin de normalleşmesi, normlara uyması, normları öğrenmesi vs vs gerek... Dolayısıyla ne yapıyoruz? Sabah akşam tok karnına...

Kahvaltı hazırlıyorum sabahları şöyle şımarmak gibisinden... Sıcak sıcak kara çay, peynir ve peynir, sıcak ekmek ve taze çekilmiş bir soru isareti... Bir hocam tavsiye etmişti her sabah bir hipotezle kahvaltı etmemi. Ben de ciddiye aldım, saygım sonsuzdur. İçinde artık nasıl bir bağımlılık yaratan madde varsa bu hipotezin, günler aylar yıllar içinde hep sabahları baş köşedeydiler kendileri... Benimle yaşlandılar, yıllandılar... Ama ordalar... Gitmiyorlar artık...


Evet efendim, yine hayırlı sabahlar... Göz kapaklarının bir kırpma anından daha fazla kapalı kalamadığı bir gecenin daha ardından, türlü türlü renkleri gökyüzünün bu gri damlı şehirde bile istersem hayat olacağını fısıldıyor. Biliyorum, çok iyi biliyorum... Ama ben çayımı içmekle meşgulüm o anda... Günün içindeki isteklere gelemiyorum bir türlü...

Sabahta takılı kalıyor gibi günler... Geceler gündüzler kuyrukları dolanmış kediler gibi...

Birşey bekliyorum farkındayım. Sırf ben değil galiba tüm şehir farkında... Zira benimle beraber o da rahatlayacak. Koskoca bir şehrin enerjisini soğuruyor olabilirim, içimde öyle kocaman bir kara delik açıldı geçenlerde... Hani ne bekliyorsam, bekliyoruz demek daha doğru o yüzden...

Tabii buradaki ilginçlik de bekleme eylemi hakkında, kendisi hariç hiçbir şey bilmediğim... Bu sefer bilmediğimi bilmek de rahatlatmayacak, hatta artık birşeyler bilebilsem hiç fena olmayacak.

Kafamı kaldırıp bir nefes alayım, kırk yılda birlik bir güneşi var puslu şehrimin diyorum. Başımı kaldırıyorum, bu ani hareketle irkilen beyin sıvım dengimi büsbütün şaşırtıyor bana.

Saçmalanın zarifçesi bu yaptıklarım... Kim kaçmış bugüne kadar kendi içindeki akıl hastanesinden? Kaç kişi farkında öyle bir yer olduğunun?

Kim neden istesin ki anlamını bile bilmediği bir normalliği?

İpliğimi pazara çıkartma çabam bu büsbütün, kendi manasızlığımı sergileme, bir yadırgatma gibi belki... Rahatlayacak mıyım bir açılıp saçılsam? Hiç zannetmiyorum. Ama açılabilirim. Bu da bir hareket olur sonuçta, bir iç savaş, bir iç kıyım belki, bir iç boşluk getirirse beraberinde... Neden olmasın? Kendimi azaltmam gerektiği gün gibi ortada...

Benim çokluğumda galiba problem, o da varsa... Aslında birer sabun köpüğü pek çoğu ama gerçekleri gelene kadar birilerinin yerini kapatmak durumundalar. Gerçekleri gelince içten dışa alınırlar, hafiflerim, ama dıştakinin de elimi tutup beni hafifletmek istemesi gerek bu durumda... Ve sırf bunu düşünmek bile bir saat daha astırabiliyor duvarıma...

Ben susup bir çay daha koyayım en iyisi...

Bugün belki de gündoğumu morla başlar.

Perşembe, Mart 18, 2010

Gizli Sırlar Ögretisi


Susmak çare değildir 

Gözlerin anlattığına.

Gizli sırları ruhun

Çıkar er geç açığa.

Bir volkan patlar gibi derinden

Sarsıntısı vurur önce;

Sonrası bir yangın denizi...

Kavurur önüne kattığını.

Susmak çare değildir.

Zaman öğretmenidir bu dersin,

Harcı da yalnızlıktır.

Gizli sırlar öğretisi

Hep tek kişiliktir.

Ateşin kendisi de

Yaktığı , kavurduğu da birdir.

Bu yangın

Hep tek kişiliktir.


(not:aynı isimde Ergun Candan'ın bir kitabı var, ve belki de başlık bir karışıklık doğurabilir ilk başta, ama değiştirmek de bir türlü içimden gelmedi.)

Çarşamba, Mart 17, 2010

Avuntu




Gece olur bu esrik sehirde,
Mavi bir ay tutar elimi,
Bana bildik esintilerden haber tasir.
Der ki korkma
Senin biraktigin gibi
Bebek, Asiyan, Besiktas, Eminonu
Ayni senin biraktigin gibi
Galata'da bir nargile keyfi,
Bir fasil, bir kadeh raki.
Gun gelip de oralara degince
Bu tanidiklik isitacak tekrar icini.
Korkma oralarda hersey ayni.
Bekler sessizce
Yeniden baslamayi.

Çarşamba, Mart 10, 2010

Gidiyorum


Bir manzume gibi başlıyor yeni gün,
Saçıma yüzüme değen sıcacık su,
İncecik tipinin arkasından bir yalancı güneş...
Ve ben gidiyorum.
Sana gelmiyorum, eve dönmüyorum.
Gidişim çok aşikar
Henüz şehir uykudayken.
Güneşe çalan uykulara rüya oluyorum.
El sallıyorum gördüğüm en renkli düşlere...
Gidiyorum.
Daha yağarken eriyen kar taneleri gibi,
Daha gitmeden varıyorum varmam gerekene.
Sırt çantamda özlemler,sevgiler...
Bir de onları ölümsüzleştirmek için bolca kalem...
Duyuyorum, çanlar çalıyor veda eder gibi...
Gidiyorum ey güzel ve gri şehir.
Yalnızlığım sana yadigâr kalsın.
Ben yeni doğan bebeğin haykırışı gibi
Gidiyorum.

Gedikli Mantık

Öyle garip birşeydir ki

Şu aşk dedikleri,

Şiir sıvasan dolmaz

Mantığın gedikleri.

Pazartesi, Mart 08, 2010

Üc Kadın

Bir kadın çiçekten,

Bir kadın ateşten,

Bir kadın şiirden...

Bir isim arıyorlar

Onlara adanmış bir günde

Yeni doğmuş şaşkın bir

Soru işaretine...

"Ne yapmalı?" diyorlar

"Çıkılacak o basamak nerede?"

Neler geçiyor kimbilir

Zihinlerinden bir saniyede.

Gözlerden süzülen yıllar

Olurken mor birer gül ellerinde...

Üç kadın çiçekten

Üç kadın ateşten

Üç kadın şiirden

Onlara adanmış bir günde

Huzura susuyorlar

Sessizce, bitmeyen bir sevgiyle...

Kaptanın Sansı


Saat olmuş sabahın üçü,

Uykunun sayfa sayfa kayıp ilanı.

Geçecek mi diyorsun?

Bunlar da geçecek, öyle mi?

Hayat böyle durmayacak,

Zaman birden donmayacak,

Unutulacak bunlar da zamanla, öyle mi?

Peki ya şimdi?

Deniz tutmuş kaptan gibiyim,

Gemim başıboş kaldı kalacak.

Kara görünecek diyorsun, öyle mi?

Ama fırtınaların şahı

Patladı çoktan.

Ve bana diyorsun ki,

Hayır, durmayacak zaman.

Peki, bıraksam kendimi dalgalara,

Dalgalar da vuracağı yer için

Bir çift zar atsa

Belki düşeş gelir diyorsun,

Öyle mi?

Perşembe, Mart 04, 2010

Gunlerden orta


Gunlerden orta
Bir gece baslamis
Gunun ortasinda
Ben sana uzanmisim
Bir kanepenin ustunde

Gunlerden orta
Ben sana kacmak icin
Kahve fallarindan
Yol yapmaya calisiyorum
Yollarin sonu hep kalabalik
Cikmiyor falim.

Gunlerden orta
Sorgusuz sualsiz
En delisinden asigim.
Ortasizim.

Gunlerden orta
Ben sana muhtacim
Mecburiyetim siirden degil
Sen de gercekten
Bilemezsin.

Gunlerden orta
Ve biz siirleri sagliyoruz.
Dizeleri somutluyoruz.
Bir biz olamadik oysa ki hala.

Gunlerden orta
Ben sen dibimdeyken
Seni ozluyorum.

Bugun farkettiklerim...

Ofisten yazdigim icin eksik turkce ile yaziyorum. Ey merakli okuyucu, anla beni!
  • Dun yada onceki gun, bir dosta da sordum... "Insanin ici kalinlastikca sesi de kalinlasir mi?" Yani insanin kendine ordugu kabuk kalinlastikca sesi de kalinlasir mi? Bilmiyorum dedi o dost. Bunu cevap sayamadim, cunku ben de bilmiyordum ve ustelik bilmedigimi biliyordum, yeni bisii getirmedi, benim de cevap sayasim gelmedi. O yuzden ona da baska birsey diyene kadar soracagim, size de soruyorum, dusunun.
  • Yuruyen kaza gibiyim. Evet. Yururken basimi neredeyse kaldirima yada asfalta sokup kafamda milyon tane dusunce ile yurudugum icin etraftaki bisikletli, arabali ve yaya icin tehlike olusturuyorum.
  • Burada tanimadigin insanlar yolda senin gozunun icine bakiyor hatta bazen "Hallo" diyiyorlar. Samimi gelmiyor bana, sinir oluyorum. Ben de "hallo" diyorum ama. Ben de samimi degilim. Ama mesela kopeklerle oyle degil. Kopekler gozumun icine bakinca ben hallo diyorum. Sanirsam onlar da diyor. Hav diyorlar bazen. Insanlarla konusmaktansa, kendileri kafelerde sinemalarda keyif yaparken disari baglayiverdikleri kopekcikleriyle sohbet etmeyi daha mantikli buluyorum. Evet.
  • Bebeklere agucuk bugucuk ve binbir degisik komik surat yapamayanlardanim. Daha da fecisi bebeklere bazen yetiskin muamelesi yapiyorum. "Naber ufaklik nasilsin?" diye sorup en iyi ihtimalle "Agu! " diye cevap aldigim cok olmustur. Bence bebeklere de normal davranmak gerek. Saklabanligin da zamani var. Ben o agucuk bugucuk olayini ilginc bi sekilde buyukleri severken yapiyorum. Onlarin icindeki bebegi uyandirmak icin midir acaba? Enterasan. Buna da bir aciklama bulamadim ben.
  • Kopek severken de o saklabanliklari yapamiyorum, kopekleri bile yetiskin insan gibi seviyorum. Urkunc diyorlar boyle seylere.
  • Yazilarimi kahve cesitleriyle iliskilendirebilecegimi farkettim. Bol sutlusunden duble espressosuna kadar - turk kahvesini de unutmadan tabi - cesitlendirebiliyorum. Arada bozuk kahveler bile cikiyor sanirsam...
  • Bu durumda bu yazi filtre kahve oluyor. Tchibo kahvesi gibim.
  • Internet bagimliligimdan azar azar kurtulabilmek icin gazete almaya basladim. Zevki bi ayri oluyomus. Hele o cengel bulmacalar. Insanin ne kadar az sey bildigini farketmesi de guzel.
  • Burada bir kavsak var, ofise gelirken hep ordan geciyorum sabahlari. Ne zaman gecsem, saat kac olursa olsun, bir anda gunes siritip birkac isinini gozume sokuveriyor. Ve bu da genellikle benim beyin hucrelerimin kiprasmasi ve enterasan fikirlerin icat oluvermesiyle sonuclaniyor. O yuzden oraya nirvana kavsagi diyorum. Evet. Bugun farkettim ki yurumeme de gerek yok, otobusle gecerken de ayni seyi yapti sakaci gunes... Bisikletle gecerken yaparsa dusebilirim. Farkinda herhalde, yapmiyor. Gunesi seviyorum.
  • Alacakaranligin ilk filmini izledikten sonra burda da vampirler gayet de yasayabilir o zaman demistim. Hava durumu cok uygun. Gecenlerde tekrar dusundum. Hava cok kararsiz. Gri gokyuzune kanip yerlestilerse de cok gecmeden ya kacmislardir ya da aciga cikmislardir (Filmdeki parlayan yumusatilmis vampir figurunu dusunerek soyluyorum. Diger tum anlatilara gore, yanip yokolmuslardir demek daha dogru. ) Ikinci filmi seyretmedim, seyretmicem, on yillar sonra belki.
  • Birsey cok populer olunca seyredemiyorum yada okuyamiyorum. Neden boyle oldugu hakkinda hicbir fikrim yok. Birseyden herkes soz edince hevesim mi kalmiyor ne? su Olasilik isimli kitapta da aynisi oldu. Sonra Ezel'de de...bunlara unutulduklarinda bakabilirim anca sanirim.
  • Robert Pattinson yakisikli yada seksi degil. Anlamiyorum bu kadinlari ve ona benzemeye calisan erkekleri. Sac icin erkeklerin cok kasmasina gerek yok,yataktan cikmis sac halinizi biraz daha karistirin oldu bitti. Nedir yani, kadinlar neden "Seni umursamiyorum, ama ayni zamanda da cok sevimliyim" tarzi bakislar etrafa atan ve bildigin numaraci erkekleri begenirler surekli? Bu durumda ben kadin degil miyim? Buyrun bakalim, bunun da cevabi yok. Nerden aklima geldi derseniz, alman gencliginin eril kismi ve sac stilleri her gun gozume sokuyor Pattinsonizmi.
  • Tabi bi de kendisi dun The Daily Show'daydi... yada onceki gun.. her neyse, Jon Stewart'in karizmasi yaninda kendisi ufacik kaldi diye dusunuyorum. Jon Stewart'a ayri bi bayiliyorum. Bazen tek gozunu kirpiyor onu bile begenmekteyim.
  • Dun gece disko krali ve medya kralini ustuste izleyip yattim, gece ruyamda okanla konusuyordum. Enfesti. Tavsiye ederim, okanin ruya acici bi etkisi var.
  • Kan vermek hizli dusunmeme neden oluyor, hani dise dokunur seyler de degil, hep bu yazidaki tarz dusunceler. Saat daha yeni 10 oldu ve ben milyonlarca sey dusundum sanirim. Fazla kanim var da kan verince rahatliyor muyum nedir? Nasil aciklanir bu?
  • Bir de sunu farkettim: Gottingenle ilginc bir alisveris icindeyim. Gectigimiz yillar boyunca kendisine onemli miktarda beyin hucresi ve sanirim epeyce de tiroid bezi hucresi, sac koku hucresi filan bagisladim. Onun bana verdigi de ici yazilmamis dusunce balonlari oldu. Yuvarlanip gidiyoruz.
  • Kankam bana iki ilginc hediye gondermisti Istanbul'dan... Biri bir yastik spreyi..bi de sifirografya... paketi acinca o yari huzunlu yari "ah sen yok musun" diyen gulusumu koyvermistim. Yastik spreyi efendim, benim gibi gece yatarken yastigina parfum sikan takintili yaratiklar icin icat edilmis birsey sanirim. Cok guzel kokuyor. Yastigim guzel kokunca hemencecik uyuyorum ve kabus gormuyorum. Koku duyum biraz fazla geliskin sanirsam. Sifirografya da... kitap dicem ama... bisiy... bisiy diyim... cozemedim ben... Sabah ac karnina kanimin alinmasini beklerken yarisini okudum... sinir uclarim birbirine dolandi... Beklenen etki de zaten bu sanirim...
  • Goturun Usulu Cilingir Sofralari isimli bir yemek kitabi dusunmekteyim.
  • 8-18 masa basi isleri bana gore degil diyerek bilime yonelmis birisi olarak sonunda aynen o sekilde surekli masa basinda, bilgisayar basinda duran bi insancik haline gelmis olmam ne yaman celiskidir.
Bu kadar... simdilik...

Salı, Mart 02, 2010

Yabancı

Kimbilir ne öyküler geçmiş gözlerinden,
Dolup boşaldıklarında kimler süzülür yanaklarına.
Kimlerin tenleri değmiş parmak uçlarına.
Kimbilir ne şiirler ne türküler demişsin iki dudağının arasından,
Kimlerin izleri kalmış en kuytularında.

Ben sana yabancıyım.

Bir şaşkınım İstanbul'da kaybolmuscasına.
Ben sana baktıkça, seni okudukça,
Haliç'in sularından yeni çıkmış bir balığım.
Ben sana bir gurbet dolusu uzağım.
Ve tüm bu dokunuşlarımız zahiri.
Sense memleketim kokuyorsun bana,
Hatırlatıyorsun yedi tepeli özlemlerimi.
Ama öyle saklısın puslu gökyüzü altında.

Ben sana öylesine yabancıyım.
İstesem de tutamam ellerini.
Hem belki kıyamam,
Belki yaraşmaz senin umutların bana.
Ama gene de sen de bilmezsin,
Ne var bu taş kesilen yüzün arkasında.
Belki düşlerim cezbeder seni,
Belki de korkusuzluğumdan korkarsın.

Yok benim gücüm seni çağırmaya,
Ama zannetmem ki sen de kendin gelesin.

Kimbilir ne gülüşler geçer aklımızdan.
Hangi kaçışları, hangi öpüşleri özleriz.
Yine de bir kelebeğin bir balığa olduğu kadar
Yabancıyız birbirimize, habersiziz.
Anlaşamayız, konuşamayız ve göremeyiz.

Bir lisan icat olunsa,
Ve Aşk dense adına,
Silsek diğer tüm dilleri yeryüzünden...
O gün belki kalkar bu sis üzerimizden.
Ve belki o gün bir umut yeşerir
Bu iki yabancının bir gülüşe ortak olması için.

Cumartesi, Şubat 27, 2010

Bu yetenek genetik midir ki?

Başlıkta bahsi geçen yetenek kuzenim Onur Erbay. Bugün de onu tanıtmak istiyorum burada. Aslında Fairey'den sonra daha iyi bir devam yazısı da düşünemiyorum diyebilirim. (Yeteneğin genetik olmasını çok isterdim nedenlerini aşağıda göreceksiniz! Ama genetikse de bana geçmemiş galiba.)

Kendisine de sordum ne gibi bilgiler veriyim senin hakkında diye. Bunu dedikten sonra da aslında resimlerinin kendisi hakkında pekçok şey anlatabileceğini düşündüm. O yüzden de cevabını beklemeden yayınlıyorum. Gerekirse sonra ekleme yaparım diyerekten. Buyrun :

Resim için kendi açıklaması : "Timurlenk'e karşı siper almış bir sufi." Ve sufi aslında otoportresi. (minik not: Kağıt üstüne mürekkep.)

Jimi Hendrix... En sevdiklerimden... (minik not 2: tükenmez kalemle... ....)

Gaz krizi 2006...

Arka plan Haliç...

Asurbanipal

Ve en son olarak da, "Mehdorn'un selamı var!"

Daha daha fazlası için :

Deviantart sayfası...

Kendi web sitesi...

Cuma, Şubat 26, 2010

Shephard Fairey ve Dev'i...

Bu siteyi biraz da sevdiklerime ayırayım dimi?

Evet, o zaman şu sıralar en içli dışlı olduğum resimlerin sahibiyle , Shephard Fairey ile başlıyoruz.

Shephard Fairey bir sokak sanatçısı... En çok tanındığı yönü bu. Ama o aynı zamanda eğitimli bir grafiker, bir ressam. Peki nedir onu diğerlerinden farklı kılan?

1970 doğumlu Fairey, 80lerin ortasında "andré the giant has a posse" (Dev Andre'nın bir takımı var) adıyla bir street art hareketi başlatıyor.

İlk eserlerinde kendisini etkileyen ünlü kişiliklerin resimlerini görüyoruz genellikle. (Bunların arasında Atatürk de var.) Kendine has tekniğiyle yaptığı bu resimler türlü türlü şekillerde basılıyor (sadece kağıt değil metal levhalar ve tahta üyerine baskıları da var). Sonra ya kendisi bu posterlerden kolajlar yapıp asıyor duvarlara yada harekete katılmak isteyenler onları bastırıp sokaklara asıyor.

Jimi Hendrix

John Lennon

Amerika sokaklarından doğan bu hareket, tüm dünyaya yayılıyor zamanla. Tabi yine de Amerika'daki kadar yaygınlaşamıyor.


Fairey'nin kendini daha geniş kitlelere tanıtması da muhtemelen Bush döneminde resimlerinin politik dozunu arttırmasıyla oluyor. Fairey'nın en büyük silahı ironi ve eleştirel zekası. Son derece rahatsız edici düşündürtücü posterler yaratmasını da vermeye çalıştığını söylediği mesajla, yani "Herşeyi sorgula!" ile açıklıyor.

Street art akımının babalarından sayılan Fairey, örneğin, son derece militarist bir posteri sembolik değişikilikler ile dezenformasyona uğratıyor ve tepkisini ve mesajını bu şekilde sunuyor.


Ona göre "yıllardır politikacıların, kitleleri kendi fikirlerinin peşine takmak için kullandığı semboller ayrıştırıldığında, insanların aslında hiç de desteklemedikleri şeylerin peşine düştükleri görülür.” Antimilitaristliğini konuşturduğu posterlerin çoğunun teması medyadan bir şekilde tanıdıktır. Medyanın halka militarist propagandalar pompalamasının sonucunda, yapay bır taban yaratıldığını ve halkın zorla savaşın gerekliliğine inandırıldığını vurgulamaya çalışır.


Fairey'nın en ünlü çalışmalarından biri de kuşkusuz Obama'ya seçim sırasında destek vermek için hazırladığı yalın ama son derece etkileyici propaganda afişleri. Yine de en az bunlar kadar ünlü olanı Bush'un bombaya sarılı resmedildiği afişler.

Aslında birçoğunuza bir yerden tanıdık geliyor bunlar değil mi? Okan Bayülgen'i takip ediyor musunuz? Eğer ediyorsanız, disko kralı, muhabbet kralı ve medya kralının giriş müziğindeki sloganlar kadar program süresince arkada dönen grafiklerde çirkin bir adam suratı ve birbirinden ilginç graffitiler ve duvar kağıtları da dikkatinizi çekmiştir. Evet, Okan'ın bu yeni üç günlük formatında cogunlukla Fairey'ı ve Obey Giant adı da verilen bu hareketi kullandığını farkettiğimde harekete bu kadar zekice yaklaşan olmuş mudur diye düşünmüştüm. (Okan seni her geçen gün daha çok seviyorum!)

Peki bu adam sokaklara bunları yapıştırtarak, bu kadar sivri posterler hazırlayarak birilerini rahatsız etmedi mi bugüne kadar? Amacı da bir yerde bu değil mi? Evet. Mesela geçen sene Şubat'ta kamu malına zarar verdiği gerekçesiyle tutuklandı. Tam da kendi sergisine giderken. Tezatın en güzelinden...

Daha fazla resim görmek ya da harekete katılıp afişleri kendi oturduğunuz yerlere mi asmak istiyorsunuz? O zaman buyrun,tıklayın.

Referans Noktası


Ölümün tadını çıkarıyorum.

Ağır ağır.

26 küsur yıldır.

Bir gün geç kalmadığım tek mesaim bu.

Her gün yavaş yavaş.


Ondan bu kadar az korktuğum için

Benimkisi diğerlerinden erken gelecek biliyorum.

Saymıyorum bu yüzden artık adımlarımı.


Hem ben mutluyum

Ölümün sıcak nefesi

Beni mutlu ediyor,

Anlıyorum her nefesin değerini.

Geride birşeyler bırakmak için

Azim veriyor bana ölüm denilen

Asil ve zarif güzel.


Benimkisi hop diye gelecek biliyorum.

Habersiz ve uzatmadan.

Böylesine niyet ettiğim için.

Beni tanıyanlar sevinecek

Huzura kavuştuğum için sonunda.

Beni tanıyanlar sevinecek umarım

Beni tanıdıkları için.

Ki ben dostlarımla buluştuğumdan

Şanslı sayarım kendimi.

Sevinçliyimdir ıssız kalabalıklara karışıp kaybolmadığım için.

Ama tam da bu yüzden

Ben son nefesi erken vereceğim.


Hop diyecek yüreğim,

Kafi gelsin bu kadar attığım.

Say günlerini, yap hesabını gidelim.

Böyle diyecek,

Ve biz elele beyazlara bürüneceğiz.


O yüzden garipsemeyin dersem

Ölümün tadını çıkarıyorum diye.

Ölüm yaşamı yaşam yapan şeydir bir yerde.

Hep geçer hayatımızdan sevdiklerin hayaletleri.


Bir tek saat var benim inandığım.

Kol saatlerinin minik akreplerini yelkovanlarını ayarladığım.

Huzurun, yasamin saati o.

Ben ölümden korkmadan

Saatlerimi huzura ayarlarım,

Ölüme gülümseyerek.


Resim bir DeviantArt kullanıcısından alındı.

Salı, Şubat 23, 2010

Sen kimdin?

Kendini gösterme savaşı bu seninki,

Tüm bu çekismelerin, çekiştirmelerin

Varlığını kanıtlama çaban boşuna.

Sen çünkü artık bir insan değil,

Uzayda boşu boşuna yer kaplayan bir varlıksın.

Sanki sonsuzmuş gibi hayatın

Kazık çakma sevdan boşuna.

Nereye kadar gidersin en fazla?

Elinde yalancı bir terazi,

Cebinde yönünü çoktan şaşırmış pusula,

Yolu bile göremeden, adımlarını saya saya.

Zamanı yağmalayarak yaratmaya çalıştığın bu düzen,

Fırtına yaklasşırken kurduğun bu kağıttan kuleler,

Sana kalır mı sanırsın?

Ötesi yok , koşup geldiğin nokta hep aynı.

Benden de bizden de alıp alabileceğin bu.

Cebinde boyalı, değersiz çakıl taşları.

Çaldığın taşlardan yol yapabilirsin sanıyorsun,

Uzanırsın ölümsüzlüğe öyle mi?

Çık yoldan çık,

Yol döndürmüş gözünü.

Evren elinin altında oysa.

Ve sen dünkü çocuk,

Yaşın ne kadar önemsiz bu tarih sayfasında.

Bu bilgiçliğin , bu kinin kime?

Çık yoldan artık, 

Aşınmış koyun sürülerinin geçtiği patikalar.

Sadece koşmaksa olayın 

Böyle körlemesine, düşünmeden,

Senden daha hızlı kosacak bir sürü hayvan var.

Kafatasını işgal ediyor o kıvrımlar boşu boşuna.

Cumartesi, Şubat 20, 2010

Isimlerin gaz hali

Sözun bittigi yerde

Bir garip sis baslar

Odayi kaplar 

Yalnizligin keskin kokusu

Odadaki vücut sayisindan azdir

Anlamli gelen kelimeler.

O vakit,

Sözün bittigi yerde

Bir garip sis baslar.

Gözlerin bugusu mudur?

Kulaklara vuran ugultu mudur?

Icilmemis sigaranin kesilmis dumani midir?

Bir garip sis midir

Sinirlari cizen?

Ve sis baslar

Kayar gibi ellerinden,

Dagilir gider, tutulmaz.

Sistir ayirt eden icten olani.

Ve sistir sana geri veren özlemini.

Düsünülüp tasinilip

Sorulamamis sorular bütünüdür.

Olusan o sis

Her saniyede agirlasir.

Nedir ugultular arasindaki niyet?

Ugultularin ana fikri nedir?

Gizlemek degil, ama belki örtmek.

Sisi bir elbise gibi giyerek örtmek.

Ciplak kalmis bir oda dolusu ruh icinde

Gizlemek göstermekten cekinileni.

Gözlerin bugusu mudur bu sis?

Yoksa gercek bir duman mi?

Fikirler sanki ele gelmis,

Hisler fiskirmis nihayet.

Isimlerin gaz hali.

Bu yogunluk tek kisilik olamaz,

Tek kisi kaldiramaz.

Paylasilan da topu topu bu garip sistir,

Sözün bittigi yerde.


LinkWithin

Related Posts with Thumbnails