Sayfalar

Çarşamba, Mart 31, 2010

Göttingen'de büyümek...

Göttingen görünürde sıradan bir şehir. Şirin, minicik, içi dolu turşucuk kıvamında...

Aslında görünüşüzle hiç alakası olmadığını ise burada 3 aydan fazla süre geçiren herkes anlar diye düşünüyorum.

Benim düşünceme göre burası bir kör nokta... evet... Şöyle düşünebilirsiniz : Animatrix'i seyredenler oradaki bir sahneyi hatırlayacaklardır. Herşeyin havada asılı kaldığı, güya doğal kanunların işlemediği bir alanı bir grup çocuk farkediyorlardı, ve tam tadını çıkartmaya başlamışlarken, matrix ajanları tarafından hem alan hem de çocuklar güzel bir format yiyorlardı. Göttingen öyle bir yer işte. Ya da anladığım kadarıyla pek popüler (ve benim inatla seyretmediğim) Lost isimli dizideki konsept de Göttingen'in işleyişine yakın. Ya da Otostopçunun Galaksi Rehberi'ndeki Sonsuz Olasılıksızlık Motoru'nun (infinite impossibility drive) mantığı da burada yaşadığım pek çok olayın ilginç bir analoğu olabilir.

Bu kadar uçuk açıklamalara girmeden de konuya dalabilirdim, ama canım böylesini çekti... açık hava akıl hastanesine hoş geldiniz. Burada normal adama rastlamazsınız daha doğrusu normalin tanımını değiştirmenizde yarar vardır.

Abartmıyorum. Hatta passaparola cansuyu diyorum.

Burada kazandığım bir aile var. Bu aile bana arkadaşlık kavramını da normallik gibi yeniden tanımlattı. Çünkü en başta birbirimize bakış açımız gurbet kavramından beslendi, normalde bir araya belki de kolay kolay gelemeyecek insanlar olarak, ortaklıklarımızı keşfetmemizden olduğu kadar farklılıklarımızdan da çok keyif aldık.

Zamanla ister istemez yoğun bir çekirdek oluşturduk, zaman zaman bu çekirdek yoğunluğundan ötürü içe doğru çökmeler, kara delik oluşumuna yakın durumlar da yaşadı.

Şimdi şöyle bir baktığımda, hayıflandığım pekçok yönüne rağmen bu şehri sevebilmemin altındaki nedenlerin bunlar olduğunu düşünmeye başladım.

Hani derler ya yazsam kitap olur diye... Yok, kitap yazmaya yetişemeyiz. Çünkü her an herşey bizi şaşırtmaya, inatla tüm düşündüğümüz, hesapladığımız olasılıkların dışından olaylar sunmaya devam ediyor.

Burası bize kendimizi aşmayı, anlamayı, fark etmeyi ve en önemlisi de sevmeyi öğretti bence.

Eski defterleri resimleri karıştırdım biraz. Deliliğimizi çok sevdiğimi fark ettim. Çok güzel olmuşuz burda aslında, tam kıvamına gelmişiz. Bunda biraz da kendimizi adayıp, uğruna türlü fedakarlıklar yaparak geldiğimiz, gönül verdiğimiz "işimiz"in, doktora sürecimizin de katkısı büyük. Hangi dalda, hangi konuda olursa olsun. Ne öğrenmeye çalıştıysak inatla günlük hayatımıza da sokmaya çalışmışız becermişiz de üstelik.

Ben hem eskiye bir selam çakayım hem de birkaç örnek vereyim diye yazıyorum bu yazıyı. Çünkü aslında bu enterasanlıklar öyle boşuna geyiğine enterasanlıklar değil.

Başlarken Buket'e saygı ile başlamam gerek. Bizim üniversite yıllarına dayanan bir dostluğumuz ve bunun yanında paralel giden bir "garipleşme" sürecimiz vardı. Hatta ilk geldiğimizde bizi bir arkadaşına "Bunlar da ne? Biri tuhaf biri acayip" şeklinde betimleyen sevgili cansuyu da ilerleyen zamanla beraber açıldı, saçıldı, ve kendisini de "biri garip" tanımlamasıyla cümleye kattı.

Buket'le bir oyun gibi oynadığımız şey bir nevi yadırgatmaydı galiba. Karşılaştığımız durumları ekstremlere çekip dalgamızı geçtik. Ve her anıyı, her çıkarımı aklımıza kazımış olmamız yetmedi, duvarlara, defterler, dolap kapaklarına da yazdık!!

Bir Esra da vardı bu gelişim sürecinde... Nev-i şahsına münasır olmak nedir o öğretti diyebiliriz. Sessiz sakin olandan beklenirmiş en büyük patlamalar. Sonra Tuba ve onun yüksek ölçek kahkahalarının içinde barınan güce şahit oldum, çok memnun oldum. Sinan Paşa'mız ve onun incecik incecik gelen esprileri GöTürÜn günlerine, sazı da rakı gecelerimize renk kattı. Cansu'nun bitmeyen enerjisi ve pozitifliği hüzünbazlığımı bozmayı başardı. Rami'nin abiliği, aklından geçeni hiç çekinmeden yapması (hatta bizim adımıza da :)), Burcu'nun doğallığı, Mehmet'in saf kardeşliği...

Bu liste uzaar gideeer...

Bu yazı ciddi bir yazı olarak devam edemeyecek amacı da o değildi. Biz çok eğlenmişiz, siz de eğlenin demek asıl amaç aslında...Kelimelerin, bakışların arasına anlamlar gizleyerek anlatılmaktan yorulunmuş olanı anlatmak ve işe biraz eğlence biraz da absürdlük katmak bizim yadırgatma oyunumuz.

Misal;

"Güle güle susmak"taki incelikler...

Her hıdrellez, güllerin altına sıkıştırılan hayallerden gına geldiğinde "Sevgili Hıdrellez, sen bu satırları okurken ben çok uzaklarda olacağım " diyebilmek...

Herşeyi haddinden fazla inceleyen "mürekkep dolu beyinler"in bu incelediklerinden çıkardıklarını itinayla "belgelemesi" ve bir de zaman-mekandan bağımsız şekilde aynı anda bunu yapabilmek yani "paralel belgelemek"..

Ve bir GöTürÜn sözlüğü inşa etmek sonunda...

Ben buraya geldiğimde, pop hayatta dinlemeyen, genelde kendi içinde yaşayıp giden, dans filan da etmeyen bir tiptim. Ama dans etmenin en güzelinin, sevdiğiniz insanlarla, nasıl dans ettiğinize aldırmadan kendini müziğe kaptırmak olduğunu keşfettim. Üstelik o sırada çalan müziği hissetmiyorsunuz bile...

Herkesin birşeylerden kaçarak, ama kendinden kaçamayarak, belki de biraz da kendini bulma umuduyla geldiği bir yerde birbirine ayna olabilme ne kadar büyük bir şansmış, bunu öğrendim.

En güzeli, çeşitliliğin önyargının tek ilacı olduğunu, inanılmaz tek renkli bir toplumda bile istendiğinde o çeşitliliğin barındırılabileceği bir grup yaratılabileceğini ve böyle bir grubun , o grubu gözleyerek yaşayarak öğrendiklerinizin hiçbir kitaptan, dersten öğrenilmeyeceğini öğrendim.

Kısacık hayatlarımızda farkındalık için en kestirme yolun dinlemekten, farklı hayatları tanımaktan ve onları anlamaya çalışmaktan geçtiğini farkettim.

Bunları şöyle bir öğütünce kim ne demiş çok da umursamadan yaşanılabileceğini, çevreden bağımsız ama onun içinde bir özgürlüğün ancak bu şekilde başlayacağını gördüm.

Tanımları, hesapları, uzun vadeli planları bırakmanın insanı ne kadar hafiflettiğine de çok kez şahit oldum, birebir yaşadım.

Bir kavramın tek bir isminin, tek bir anlamının olmadığını, olamayacağını, bizden bağımsız hiçbir tanım varolmadığı için o tanımlarla olsa olsa kendimize konforlu hapishaneler kurabileceğimizi farkettim.

Yani böylesi deliliklerin, incelikli olmanın ve incelemenin getirdiği bir deliliğin, insanı özgürleştirdiğini anladım.

Şimdi böylece, daha iyi anlıyorum bu şehrin kör noktalığını... Ve daha çok seviyorum.

Hepinizi ey GöTürÜn insanları, dostlarım ve Göttingen,

Ben aslında hepinizi en derinden seviyorum.

Pazar, Mart 28, 2010

Elveda

Düşünürken yürümeyi seviyorum ya, bir de düşünürken seninle konuşur gibi yapmayı seviyorum. Yürürken konuşurken, bazen farketmiyorum bile ne kadar yürümüşüm. Gene öyle bir düşünme tuttu beni sabah sabah. Ben de anahtarlarımı aldım. Telefonu bıraktım, şimdi kimseyle konuşasım yok, dedim kendi kendime. Sen hariç tabi. Bir ceket kaptım ve çıktım.

Hava garipti biraz. Sanki yağacak ama karar verememiş gibi... Gene de yürüdüm. Düşündüm, taşındım. 

Bayadır yürüyorum aslında... Neredeyim kimbilir. Kafamı kaldırayım biraz, bakalım nerdeyim.

Duruyorum. Şaşkın. Heyecanlı.

Ama... imkansız... nasıl olur? 

Düşüne düşüne yürürken... 

Sana çıkmışım...

Oysa sen bu köşeyi döndükten sonra değildin sanki... ama işte büsbütün sana çıkmışım...

Önümde kocaman demirli kapı. Hani açmak için eğilmek zorunda kaldığın, kilidi bodur kendisi kocaman o demir kapı... O dar merdivenler... al işte ciddi ciddi sana çıkmışım...Ve kapının önünde o kedi...

Yok,olamaz bu.. Gözlerimi yumuyorum ister istemez. Yok, olamaz bu... Olamaz nasıl geldim ki buraya... Burnumda bir deniz kokusu, yağmur yagacak. Başımı eğiyorum kaldırıma, gözlerimi açıp yürüyorum hızlı hızlı...

Ve yağmur başlıyor, olanca gücüyle... Bir fırtına... Hep bana karşı vuruyor, tüm gücüyle, yüzüme yüzüme... Elimle korumaya çalışıyorum kendimi, adım atmaya çalışıyorum. Nereden çıktı bu fırtına? Sırılsıklamım üstelik, yağmur taneleri sanki delip geçiyor. Geri dönmeliyim, nasıl döneceğim? 

Alışıyorum neden sonra fırtınaya, hızlanıyor adımlarım... Düşünmeye başlıyorum tekrar istemsiz, elimi siper yapıp rüzgara karşı yürürken gene düşünmeye başlıyorum...

Ve öyle bir düşünüyorum ki bu sefer bu anlık deli fırtınanın dindiğini bile farketmiyorum. İnsanlar bana garip garip bakıyor haliyle, ortada olmayan bir rüzgara karşı yürüyorum. 

Hemen toparlanıyorum... Dar sokaktan, sıkışık evlerin arasından iniyorum. Deniz, yağmur, taze toprak kokuyor... Ve başka bir koku var... Tanıdık bu koku... Çok tanıdık... Ben buraya nasıl çıktım, sana, sonra denize nasıl çıktım?

Tedirginliğim geçiyor yavaş yavaş. Bir yanım mutlu çünkü. Nasıl oldu bilmiyorum ama oldu işte. 

Dibimden geçen arabanın kornasıyla irkiliyorum. Bekliyorum arabaların geçip gitmesini. Karşıya geçiyorum, denize doğru... Deniz, martılar... Bir vapur geçiyor ileriden yavaş yavaş...

Yorgun düşüyorum. Şaşkınım. Düşünürken yürümeyi ve seninle konuşmayı seviyorum. Ama artık düşünmüyorum. Artık düşünmüyorum, peki öyleyse bu ne? Ne oluyor? Nasıl oluyor?

Gördüğüm ilk banka atıyorum kendimi... Hala mantığı bırakmıyorum bir yandan...Denize nasıl geldim bu kadar kısa sürede? O kadar çok yürümüş olamam ki...

Ama asıl soru benim oraya nasıl geldiğim... Ne mantığı, ne zamanı... 

Aklımı kaçırıyor olabilirim belki... Aklımı mı kaçırıyorum? Şimdi gözümü yumsam gözlerimi açtığımda kendimi belki evin ilerisindeki parkta, surların üstünde bir bankta otururken bulacağım. Nasıl? Evet, en iyisi öyle yapmak, hayal bunlar gerçek olamaz, olamaz. 

Ama istemiyorum. Gözlerimi kapatmak istemiyorum. Geri gitmek istemiyorum. Burada kalmak istiyorum, deniz kokusu burnumda, mavisi ne güzel... ama ya gerçek değilse... O zaman... ya dönemezsem.... Dönmem gerekir mi? Dönmem gerekir mi? 

Gözlerimi kapatmalıyım. İstemiyorum.

Bu bir rüya, hayal gördüm, geçecek. İstemiyorum.

Gözlerimi açınca parkta bulacağım kendimi. İstemiyorum.

Bunu yapamam kendime. Gerçek değil bu.Ya gerçek buysa?

Olamaz, hayal görüyorum. Ya gerçek buysa?

Kapatıyorum gözlerimi. Hayır, hayır.

Gerçeğe dönmeliyim. Gerçeğime dönmeliyim.

Gidiyorum. Kalıyorum.

Elveda.

Iyi sabahlar Dünya...

Saat olmuş 3:33... (Genellikle Japon psikolojik) korku filmlerinin ürkütücü saati... Bu saati gördünüz mü bir hassssktir dersiniz ya, bela yakındır çünkü...

Bu yazının konusu da efendim, tam anlamıyla bu... Bela... Evet, ciddi ciddi bela... 

İç belası...

Saati görüp hasssiktr diyorsunuz ve deme nedeniniz de saati görüyor olmanız... Çünkü o saati görebilmenizin tek bir nedeni var ... Uyanıksınız... Tamam, yani arada bir olur öyle, uyku kaçar, ödev vardır, olur... Ama bunu bir haftada 7.kez görüyorsanız ve önceki altı durum takiben gün ışığını da görmekle sonuçlandıysa Pavlov'un zavallı köpekleri şartladığı tarzından bir şartlanma yaşıyorsunuz...

Ve o bıkkınlıkla gidip bir de üstüne çay koyuyorsunuz... Ben koyuyorum... 

İki gündür gün ışığını görmeden uyutmayan, gözümü kapattığım andaki düşünce hızından beynimde şimşekler çaktıran cinsinden bir tür bela ile boğuşuyorum. Sanki nöronların haberleşmesini bizzat görür gibiyim.

Öyle ilaç milaç da alamam, hem uyku ilacı olayına nedense karşıyımdır. Hoş, karşı olmasam da alamam. 

Ne yapıyorum o zaman? Denemediğim bitki çayı, onun kökü bunun yaprağı kalmadı. Yok. 

Açık ve de seçik benim sorunum uyumak istemememden kaynaklanıyor, çünkü efendim belanın adı uyku...

Neden derseniz, cevabı bulana çok güzel hediyelerim var. 

Artık rüyaların da beni kesmediğini gördüğümden beri uyku düzenim çok sarsıldı. Muhtemelen neden bu. Her gece birkaç tane, o da en film gibisinden rüya gören biriyim. Bazen çok ve de gerçekçi rüya görüp gerçekle rüyayı karıştırdığım da olmuştur. Ve haliyle, rüyanın içindeyken rüyadan sıkılmayı başaranı artık ne nörolog ne psikolog paklar diyorum. 

Bir de üstüne, kafamda dönüp duran soruların bir tanesine bile bir cevap vermekten acizim, üstelik bunlar da öyle yenilir yutulur cinsinden sorular değiller.

Biraz da ev kuşu bir tipim, e haliyle evden de çıkmıyorum. Tekrar blokflüt çalmaya bile başladım. Can sıkıntım konusunda bilmem bir fikir verir mi?

Neden yazıyorum bilmiyorum. Son zamanlarda hep şiirimsi birkaç şey yazmışım. Ama okuyamadım bile kafam şu anda o kadar fena durumda. Saçmalamaya ihtiyacım var. Acilen ve çok uzun uzun, saçmalamaya ihtiyacım var. 

Aslında hakkında yazmak istediğim ciddi konu sayısı da hiç az değil. bir hayli politik olma isteğim var. Yazmak istediğim bir iki bilimsel ilginçlik de söz konusu... ama onları yazabilecek ciddiliğe girersem muhtemelen çıkamam bir daha....

Bu yazı da bu duruma çözüm olmayacak... ama blog biraz da iç dökme şeysiymiş..

Dökeyim dedim...

İyi sabahlar Dünya!

Pazartesi, Mart 22, 2010

Son Kale


Hadi çöz dilini.
Bırak hasretlerini avucuma.
Saçların denizlerimi dalgalandırmayalı,
Ellerinden beyaz güller koklamayalı,
Kac yıl geçmiş gitmiş
Ben senden kaçmaya baslayalı?

Ağır basıyor aklıma özlemim.
Ne hikayeler gördü şu gözlerim,
Çok yaşantı var, kaydı ellerimden
Sana tek bir an bile tutamadım ben.

Hadi otur, akıt gözyaşlarını kelime kelime.
Bir iltihap gibi kaplanmış o koskoca yüreğin.
Bak, özlemim tuttu bir meltem ile
Getirdi bıraktı önüne demir kapılı evin.

Zaman damla damla
Üstümüze yağmurlar yağdırsa da
Bizi ıslatmaz ya da üşütmez ki
Cehaletin buz gibi nefesi.

Burada işlemez ne hayat telaşı
Ne de ölüm korkusu.
Bu alandır, senin kollarındır
O son kale, evrenin bile sustuğu.

Cumartesi, Mart 20, 2010

Memleket Özlemi

Türküler beni çağırıyor

Bozkırları memleketimin.

Kalabalıkların telaşı...

Gençliğim ve Karanfil,

Çocukluğum ve Yenimahalle'm.

Anılarım beni çağırıyor.

Otobüs kuyruklarında,

Dersane sıralarında,

Bır yarış atı gibi koştururken

Göremediğim güzelliği şehrimin...

Sessiz, huzurlu bir ana gibi

Ya da cıvıl cıvıl bir genç kız...

Ankara'm beni çağırıyor.


Her bir köşesinde

Bir isim yazılı şehrimin.

Günler, aylar, yıllar

Hatıralar yazılı.

Bu sefer belki

Onun bana ihtiyacı vardır.

Belki gitmek zamanıdır,

Ankara'm beni çağırıyor.

Cuma, Mart 19, 2010

Zarifçe saçmalamak


Bir saat daha astım duvarıma şimdi... Artık kimin sayesinde bu sefer bilmiyorum.

Bu saatlerin her biri, bir benin ömrü kadar... Kaç ben çıktıysa benden içeri o kadar çok saat var. Yetmiyor gibi yenileri ekleniyor, ne mutlu. En yalnızımda bile yalnız değilim aslında.

Bu içerideki baskı bende acil bir kusma isteği uyandırıyor. Epeydir bir yoğunlaşma mı oldu, iç hacmim mi kaldırmıyor artık, bilemiyorum. Ama bütün bunlar bana dalgalı denizde kalakalmış taka etkisi yapıyor: içim sallanıyor, midem bulanıyor...

Tıbbi bir açıklaması da varmış üstelik bu "iç tutması" sendromunun... Deniz tutmasından hallice, beyninde elektrik fırtınaları estiren cinsinden bir tutulma...

Her anormalin kaderinde olduğu gibi, bu anormalin de normalleşmesi, normlara uyması, normları öğrenmesi vs vs gerek... Dolayısıyla ne yapıyoruz? Sabah akşam tok karnına...

Kahvaltı hazırlıyorum sabahları şöyle şımarmak gibisinden... Sıcak sıcak kara çay, peynir ve peynir, sıcak ekmek ve taze çekilmiş bir soru isareti... Bir hocam tavsiye etmişti her sabah bir hipotezle kahvaltı etmemi. Ben de ciddiye aldım, saygım sonsuzdur. İçinde artık nasıl bir bağımlılık yaratan madde varsa bu hipotezin, günler aylar yıllar içinde hep sabahları baş köşedeydiler kendileri... Benimle yaşlandılar, yıllandılar... Ama ordalar... Gitmiyorlar artık...


Evet efendim, yine hayırlı sabahlar... Göz kapaklarının bir kırpma anından daha fazla kapalı kalamadığı bir gecenin daha ardından, türlü türlü renkleri gökyüzünün bu gri damlı şehirde bile istersem hayat olacağını fısıldıyor. Biliyorum, çok iyi biliyorum... Ama ben çayımı içmekle meşgulüm o anda... Günün içindeki isteklere gelemiyorum bir türlü...

Sabahta takılı kalıyor gibi günler... Geceler gündüzler kuyrukları dolanmış kediler gibi...

Birşey bekliyorum farkındayım. Sırf ben değil galiba tüm şehir farkında... Zira benimle beraber o da rahatlayacak. Koskoca bir şehrin enerjisini soğuruyor olabilirim, içimde öyle kocaman bir kara delik açıldı geçenlerde... Hani ne bekliyorsam, bekliyoruz demek daha doğru o yüzden...

Tabii buradaki ilginçlik de bekleme eylemi hakkında, kendisi hariç hiçbir şey bilmediğim... Bu sefer bilmediğimi bilmek de rahatlatmayacak, hatta artık birşeyler bilebilsem hiç fena olmayacak.

Kafamı kaldırıp bir nefes alayım, kırk yılda birlik bir güneşi var puslu şehrimin diyorum. Başımı kaldırıyorum, bu ani hareketle irkilen beyin sıvım dengimi büsbütün şaşırtıyor bana.

Saçmalanın zarifçesi bu yaptıklarım... Kim kaçmış bugüne kadar kendi içindeki akıl hastanesinden? Kaç kişi farkında öyle bir yer olduğunun?

Kim neden istesin ki anlamını bile bilmediği bir normalliği?

İpliğimi pazara çıkartma çabam bu büsbütün, kendi manasızlığımı sergileme, bir yadırgatma gibi belki... Rahatlayacak mıyım bir açılıp saçılsam? Hiç zannetmiyorum. Ama açılabilirim. Bu da bir hareket olur sonuçta, bir iç savaş, bir iç kıyım belki, bir iç boşluk getirirse beraberinde... Neden olmasın? Kendimi azaltmam gerektiği gün gibi ortada...

Benim çokluğumda galiba problem, o da varsa... Aslında birer sabun köpüğü pek çoğu ama gerçekleri gelene kadar birilerinin yerini kapatmak durumundalar. Gerçekleri gelince içten dışa alınırlar, hafiflerim, ama dıştakinin de elimi tutup beni hafifletmek istemesi gerek bu durumda... Ve sırf bunu düşünmek bile bir saat daha astırabiliyor duvarıma...

Ben susup bir çay daha koyayım en iyisi...

Bugün belki de gündoğumu morla başlar.

Perşembe, Mart 18, 2010

Gizli Sırlar Ögretisi


Susmak çare değildir 

Gözlerin anlattığına.

Gizli sırları ruhun

Çıkar er geç açığa.

Bir volkan patlar gibi derinden

Sarsıntısı vurur önce;

Sonrası bir yangın denizi...

Kavurur önüne kattığını.

Susmak çare değildir.

Zaman öğretmenidir bu dersin,

Harcı da yalnızlıktır.

Gizli sırlar öğretisi

Hep tek kişiliktir.

Ateşin kendisi de

Yaktığı , kavurduğu da birdir.

Bu yangın

Hep tek kişiliktir.


(not:aynı isimde Ergun Candan'ın bir kitabı var, ve belki de başlık bir karışıklık doğurabilir ilk başta, ama değiştirmek de bir türlü içimden gelmedi.)

Çarşamba, Mart 17, 2010

Avuntu




Gece olur bu esrik sehirde,
Mavi bir ay tutar elimi,
Bana bildik esintilerden haber tasir.
Der ki korkma
Senin biraktigin gibi
Bebek, Asiyan, Besiktas, Eminonu
Ayni senin biraktigin gibi
Galata'da bir nargile keyfi,
Bir fasil, bir kadeh raki.
Gun gelip de oralara degince
Bu tanidiklik isitacak tekrar icini.
Korkma oralarda hersey ayni.
Bekler sessizce
Yeniden baslamayi.

Çarşamba, Mart 10, 2010

Gidiyorum


Bir manzume gibi başlıyor yeni gün,
Saçıma yüzüme değen sıcacık su,
İncecik tipinin arkasından bir yalancı güneş...
Ve ben gidiyorum.
Sana gelmiyorum, eve dönmüyorum.
Gidişim çok aşikar
Henüz şehir uykudayken.
Güneşe çalan uykulara rüya oluyorum.
El sallıyorum gördüğüm en renkli düşlere...
Gidiyorum.
Daha yağarken eriyen kar taneleri gibi,
Daha gitmeden varıyorum varmam gerekene.
Sırt çantamda özlemler,sevgiler...
Bir de onları ölümsüzleştirmek için bolca kalem...
Duyuyorum, çanlar çalıyor veda eder gibi...
Gidiyorum ey güzel ve gri şehir.
Yalnızlığım sana yadigâr kalsın.
Ben yeni doğan bebeğin haykırışı gibi
Gidiyorum.

Gedikli Mantık

Öyle garip birşeydir ki

Şu aşk dedikleri,

Şiir sıvasan dolmaz

Mantığın gedikleri.

Pazartesi, Mart 08, 2010

Üc Kadın

Bir kadın çiçekten,

Bir kadın ateşten,

Bir kadın şiirden...

Bir isim arıyorlar

Onlara adanmış bir günde

Yeni doğmuş şaşkın bir

Soru işaretine...

"Ne yapmalı?" diyorlar

"Çıkılacak o basamak nerede?"

Neler geçiyor kimbilir

Zihinlerinden bir saniyede.

Gözlerden süzülen yıllar

Olurken mor birer gül ellerinde...

Üç kadın çiçekten

Üç kadın ateşten

Üç kadın şiirden

Onlara adanmış bir günde

Huzura susuyorlar

Sessizce, bitmeyen bir sevgiyle...

Kaptanın Sansı


Saat olmuş sabahın üçü,

Uykunun sayfa sayfa kayıp ilanı.

Geçecek mi diyorsun?

Bunlar da geçecek, öyle mi?

Hayat böyle durmayacak,

Zaman birden donmayacak,

Unutulacak bunlar da zamanla, öyle mi?

Peki ya şimdi?

Deniz tutmuş kaptan gibiyim,

Gemim başıboş kaldı kalacak.

Kara görünecek diyorsun, öyle mi?

Ama fırtınaların şahı

Patladı çoktan.

Ve bana diyorsun ki,

Hayır, durmayacak zaman.

Peki, bıraksam kendimi dalgalara,

Dalgalar da vuracağı yer için

Bir çift zar atsa

Belki düşeş gelir diyorsun,

Öyle mi?

Perşembe, Mart 04, 2010

Gunlerden orta


Gunlerden orta
Bir gece baslamis
Gunun ortasinda
Ben sana uzanmisim
Bir kanepenin ustunde

Gunlerden orta
Ben sana kacmak icin
Kahve fallarindan
Yol yapmaya calisiyorum
Yollarin sonu hep kalabalik
Cikmiyor falim.

Gunlerden orta
Sorgusuz sualsiz
En delisinden asigim.
Ortasizim.

Gunlerden orta
Ben sana muhtacim
Mecburiyetim siirden degil
Sen de gercekten
Bilemezsin.

Gunlerden orta
Ve biz siirleri sagliyoruz.
Dizeleri somutluyoruz.
Bir biz olamadik oysa ki hala.

Gunlerden orta
Ben sen dibimdeyken
Seni ozluyorum.

Bugun farkettiklerim...

Ofisten yazdigim icin eksik turkce ile yaziyorum. Ey merakli okuyucu, anla beni!
  • Dun yada onceki gun, bir dosta da sordum... "Insanin ici kalinlastikca sesi de kalinlasir mi?" Yani insanin kendine ordugu kabuk kalinlastikca sesi de kalinlasir mi? Bilmiyorum dedi o dost. Bunu cevap sayamadim, cunku ben de bilmiyordum ve ustelik bilmedigimi biliyordum, yeni bisii getirmedi, benim de cevap sayasim gelmedi. O yuzden ona da baska birsey diyene kadar soracagim, size de soruyorum, dusunun.
  • Yuruyen kaza gibiyim. Evet. Yururken basimi neredeyse kaldirima yada asfalta sokup kafamda milyon tane dusunce ile yurudugum icin etraftaki bisikletli, arabali ve yaya icin tehlike olusturuyorum.
  • Burada tanimadigin insanlar yolda senin gozunun icine bakiyor hatta bazen "Hallo" diyiyorlar. Samimi gelmiyor bana, sinir oluyorum. Ben de "hallo" diyorum ama. Ben de samimi degilim. Ama mesela kopeklerle oyle degil. Kopekler gozumun icine bakinca ben hallo diyorum. Sanirsam onlar da diyor. Hav diyorlar bazen. Insanlarla konusmaktansa, kendileri kafelerde sinemalarda keyif yaparken disari baglayiverdikleri kopekcikleriyle sohbet etmeyi daha mantikli buluyorum. Evet.
  • Bebeklere agucuk bugucuk ve binbir degisik komik surat yapamayanlardanim. Daha da fecisi bebeklere bazen yetiskin muamelesi yapiyorum. "Naber ufaklik nasilsin?" diye sorup en iyi ihtimalle "Agu! " diye cevap aldigim cok olmustur. Bence bebeklere de normal davranmak gerek. Saklabanligin da zamani var. Ben o agucuk bugucuk olayini ilginc bi sekilde buyukleri severken yapiyorum. Onlarin icindeki bebegi uyandirmak icin midir acaba? Enterasan. Buna da bir aciklama bulamadim ben.
  • Kopek severken de o saklabanliklari yapamiyorum, kopekleri bile yetiskin insan gibi seviyorum. Urkunc diyorlar boyle seylere.
  • Yazilarimi kahve cesitleriyle iliskilendirebilecegimi farkettim. Bol sutlusunden duble espressosuna kadar - turk kahvesini de unutmadan tabi - cesitlendirebiliyorum. Arada bozuk kahveler bile cikiyor sanirsam...
  • Bu durumda bu yazi filtre kahve oluyor. Tchibo kahvesi gibim.
  • Internet bagimliligimdan azar azar kurtulabilmek icin gazete almaya basladim. Zevki bi ayri oluyomus. Hele o cengel bulmacalar. Insanin ne kadar az sey bildigini farketmesi de guzel.
  • Burada bir kavsak var, ofise gelirken hep ordan geciyorum sabahlari. Ne zaman gecsem, saat kac olursa olsun, bir anda gunes siritip birkac isinini gozume sokuveriyor. Ve bu da genellikle benim beyin hucrelerimin kiprasmasi ve enterasan fikirlerin icat oluvermesiyle sonuclaniyor. O yuzden oraya nirvana kavsagi diyorum. Evet. Bugun farkettim ki yurumeme de gerek yok, otobusle gecerken de ayni seyi yapti sakaci gunes... Bisikletle gecerken yaparsa dusebilirim. Farkinda herhalde, yapmiyor. Gunesi seviyorum.
  • Alacakaranligin ilk filmini izledikten sonra burda da vampirler gayet de yasayabilir o zaman demistim. Hava durumu cok uygun. Gecenlerde tekrar dusundum. Hava cok kararsiz. Gri gokyuzune kanip yerlestilerse de cok gecmeden ya kacmislardir ya da aciga cikmislardir (Filmdeki parlayan yumusatilmis vampir figurunu dusunerek soyluyorum. Diger tum anlatilara gore, yanip yokolmuslardir demek daha dogru. ) Ikinci filmi seyretmedim, seyretmicem, on yillar sonra belki.
  • Birsey cok populer olunca seyredemiyorum yada okuyamiyorum. Neden boyle oldugu hakkinda hicbir fikrim yok. Birseyden herkes soz edince hevesim mi kalmiyor ne? su Olasilik isimli kitapta da aynisi oldu. Sonra Ezel'de de...bunlara unutulduklarinda bakabilirim anca sanirim.
  • Robert Pattinson yakisikli yada seksi degil. Anlamiyorum bu kadinlari ve ona benzemeye calisan erkekleri. Sac icin erkeklerin cok kasmasina gerek yok,yataktan cikmis sac halinizi biraz daha karistirin oldu bitti. Nedir yani, kadinlar neden "Seni umursamiyorum, ama ayni zamanda da cok sevimliyim" tarzi bakislar etrafa atan ve bildigin numaraci erkekleri begenirler surekli? Bu durumda ben kadin degil miyim? Buyrun bakalim, bunun da cevabi yok. Nerden aklima geldi derseniz, alman gencliginin eril kismi ve sac stilleri her gun gozume sokuyor Pattinsonizmi.
  • Tabi bi de kendisi dun The Daily Show'daydi... yada onceki gun.. her neyse, Jon Stewart'in karizmasi yaninda kendisi ufacik kaldi diye dusunuyorum. Jon Stewart'a ayri bi bayiliyorum. Bazen tek gozunu kirpiyor onu bile begenmekteyim.
  • Dun gece disko krali ve medya kralini ustuste izleyip yattim, gece ruyamda okanla konusuyordum. Enfesti. Tavsiye ederim, okanin ruya acici bi etkisi var.
  • Kan vermek hizli dusunmeme neden oluyor, hani dise dokunur seyler de degil, hep bu yazidaki tarz dusunceler. Saat daha yeni 10 oldu ve ben milyonlarca sey dusundum sanirim. Fazla kanim var da kan verince rahatliyor muyum nedir? Nasil aciklanir bu?
  • Bir de sunu farkettim: Gottingenle ilginc bir alisveris icindeyim. Gectigimiz yillar boyunca kendisine onemli miktarda beyin hucresi ve sanirim epeyce de tiroid bezi hucresi, sac koku hucresi filan bagisladim. Onun bana verdigi de ici yazilmamis dusunce balonlari oldu. Yuvarlanip gidiyoruz.
  • Kankam bana iki ilginc hediye gondermisti Istanbul'dan... Biri bir yastik spreyi..bi de sifirografya... paketi acinca o yari huzunlu yari "ah sen yok musun" diyen gulusumu koyvermistim. Yastik spreyi efendim, benim gibi gece yatarken yastigina parfum sikan takintili yaratiklar icin icat edilmis birsey sanirim. Cok guzel kokuyor. Yastigim guzel kokunca hemencecik uyuyorum ve kabus gormuyorum. Koku duyum biraz fazla geliskin sanirsam. Sifirografya da... kitap dicem ama... bisiy... bisiy diyim... cozemedim ben... Sabah ac karnina kanimin alinmasini beklerken yarisini okudum... sinir uclarim birbirine dolandi... Beklenen etki de zaten bu sanirim...
  • Goturun Usulu Cilingir Sofralari isimli bir yemek kitabi dusunmekteyim.
  • 8-18 masa basi isleri bana gore degil diyerek bilime yonelmis birisi olarak sonunda aynen o sekilde surekli masa basinda, bilgisayar basinda duran bi insancik haline gelmis olmam ne yaman celiskidir.
Bu kadar... simdilik...

Salı, Mart 02, 2010

Yabancı

Kimbilir ne öyküler geçmiş gözlerinden,
Dolup boşaldıklarında kimler süzülür yanaklarına.
Kimlerin tenleri değmiş parmak uçlarına.
Kimbilir ne şiirler ne türküler demişsin iki dudağının arasından,
Kimlerin izleri kalmış en kuytularında.

Ben sana yabancıyım.

Bir şaşkınım İstanbul'da kaybolmuscasına.
Ben sana baktıkça, seni okudukça,
Haliç'in sularından yeni çıkmış bir balığım.
Ben sana bir gurbet dolusu uzağım.
Ve tüm bu dokunuşlarımız zahiri.
Sense memleketim kokuyorsun bana,
Hatırlatıyorsun yedi tepeli özlemlerimi.
Ama öyle saklısın puslu gökyüzü altında.

Ben sana öylesine yabancıyım.
İstesem de tutamam ellerini.
Hem belki kıyamam,
Belki yaraşmaz senin umutların bana.
Ama gene de sen de bilmezsin,
Ne var bu taş kesilen yüzün arkasında.
Belki düşlerim cezbeder seni,
Belki de korkusuzluğumdan korkarsın.

Yok benim gücüm seni çağırmaya,
Ama zannetmem ki sen de kendin gelesin.

Kimbilir ne gülüşler geçer aklımızdan.
Hangi kaçışları, hangi öpüşleri özleriz.
Yine de bir kelebeğin bir balığa olduğu kadar
Yabancıyız birbirimize, habersiziz.
Anlaşamayız, konuşamayız ve göremeyiz.

Bir lisan icat olunsa,
Ve Aşk dense adına,
Silsek diğer tüm dilleri yeryüzünden...
O gün belki kalkar bu sis üzerimizden.
Ve belki o gün bir umut yeşerir
Bu iki yabancının bir gülüşe ortak olması için.

LinkWithin

Related Posts with Thumbnails