Sayfalar

Cuma, Mart 19, 2010

Zarifçe saçmalamak


Bir saat daha astım duvarıma şimdi... Artık kimin sayesinde bu sefer bilmiyorum.

Bu saatlerin her biri, bir benin ömrü kadar... Kaç ben çıktıysa benden içeri o kadar çok saat var. Yetmiyor gibi yenileri ekleniyor, ne mutlu. En yalnızımda bile yalnız değilim aslında.

Bu içerideki baskı bende acil bir kusma isteği uyandırıyor. Epeydir bir yoğunlaşma mı oldu, iç hacmim mi kaldırmıyor artık, bilemiyorum. Ama bütün bunlar bana dalgalı denizde kalakalmış taka etkisi yapıyor: içim sallanıyor, midem bulanıyor...

Tıbbi bir açıklaması da varmış üstelik bu "iç tutması" sendromunun... Deniz tutmasından hallice, beyninde elektrik fırtınaları estiren cinsinden bir tutulma...

Her anormalin kaderinde olduğu gibi, bu anormalin de normalleşmesi, normlara uyması, normları öğrenmesi vs vs gerek... Dolayısıyla ne yapıyoruz? Sabah akşam tok karnına...

Kahvaltı hazırlıyorum sabahları şöyle şımarmak gibisinden... Sıcak sıcak kara çay, peynir ve peynir, sıcak ekmek ve taze çekilmiş bir soru isareti... Bir hocam tavsiye etmişti her sabah bir hipotezle kahvaltı etmemi. Ben de ciddiye aldım, saygım sonsuzdur. İçinde artık nasıl bir bağımlılık yaratan madde varsa bu hipotezin, günler aylar yıllar içinde hep sabahları baş köşedeydiler kendileri... Benimle yaşlandılar, yıllandılar... Ama ordalar... Gitmiyorlar artık...


Evet efendim, yine hayırlı sabahlar... Göz kapaklarının bir kırpma anından daha fazla kapalı kalamadığı bir gecenin daha ardından, türlü türlü renkleri gökyüzünün bu gri damlı şehirde bile istersem hayat olacağını fısıldıyor. Biliyorum, çok iyi biliyorum... Ama ben çayımı içmekle meşgulüm o anda... Günün içindeki isteklere gelemiyorum bir türlü...

Sabahta takılı kalıyor gibi günler... Geceler gündüzler kuyrukları dolanmış kediler gibi...

Birşey bekliyorum farkındayım. Sırf ben değil galiba tüm şehir farkında... Zira benimle beraber o da rahatlayacak. Koskoca bir şehrin enerjisini soğuruyor olabilirim, içimde öyle kocaman bir kara delik açıldı geçenlerde... Hani ne bekliyorsam, bekliyoruz demek daha doğru o yüzden...

Tabii buradaki ilginçlik de bekleme eylemi hakkında, kendisi hariç hiçbir şey bilmediğim... Bu sefer bilmediğimi bilmek de rahatlatmayacak, hatta artık birşeyler bilebilsem hiç fena olmayacak.

Kafamı kaldırıp bir nefes alayım, kırk yılda birlik bir güneşi var puslu şehrimin diyorum. Başımı kaldırıyorum, bu ani hareketle irkilen beyin sıvım dengimi büsbütün şaşırtıyor bana.

Saçmalanın zarifçesi bu yaptıklarım... Kim kaçmış bugüne kadar kendi içindeki akıl hastanesinden? Kaç kişi farkında öyle bir yer olduğunun?

Kim neden istesin ki anlamını bile bilmediği bir normalliği?

İpliğimi pazara çıkartma çabam bu büsbütün, kendi manasızlığımı sergileme, bir yadırgatma gibi belki... Rahatlayacak mıyım bir açılıp saçılsam? Hiç zannetmiyorum. Ama açılabilirim. Bu da bir hareket olur sonuçta, bir iç savaş, bir iç kıyım belki, bir iç boşluk getirirse beraberinde... Neden olmasın? Kendimi azaltmam gerektiği gün gibi ortada...

Benim çokluğumda galiba problem, o da varsa... Aslında birer sabun köpüğü pek çoğu ama gerçekleri gelene kadar birilerinin yerini kapatmak durumundalar. Gerçekleri gelince içten dışa alınırlar, hafiflerim, ama dıştakinin de elimi tutup beni hafifletmek istemesi gerek bu durumda... Ve sırf bunu düşünmek bile bir saat daha astırabiliyor duvarıma...

Ben susup bir çay daha koyayım en iyisi...

Bugün belki de gündoğumu morla başlar.

Hiç yorum yok:

LinkWithin

Related Posts with Thumbnails