Sayfalar

Salı, Aralık 09, 2008

Geceye Saklananlar


Tersyüz oluruz yalnız gecelerde,
Ne saklanmışsa dökülür ortaya.
Bütün sözlerin üzerinden geçilir.
Her içte kalana bir ah iliştirilir.

Yeni soru işaretleri doğar gecede,
Keşkeler acabalar başlarken dolaşmaya.
Belki gözden düşen her damlada
Aynaya sorulamayan bir soru gizlidir.

Hayatın rengi değişiverir bir gecede.
Rüyalara taşınmaya karar verir dünya.
Yaşananlar artık sadece bir hayaldir,
Ya da hayaller tek gerçektir.

Tersyüz oluruz yalnız gecede.
Yargılama gün ışıyana kadar devam eder.
Her yeni gün öncekinden yamalıdır.
Her yeni hüzün bir sonraki geceye saklanır.

2005 arşivinden..

Çarşamba, Aralık 03, 2008

Anlam

Köşeye çekip hayatı,

Sormuşum soruları,

Cevapları da gizlemişim

Kendime.


Balıklama dalıp sevgiye,

Dolaşmışım derinlerde,

İncileri de fırlatmışım

Dizelere.


Şimdi bakıyorum,

Neden bir anlam yok

Yazdığım çizdiğimde

Senden gayrı?


Ha sen hayat olmuşsundur belki,

O ayrı.

Pazar, Kasım 30, 2008

Yok Artık mı Demiştin?

Hiç hissettin mi,
Nedensiz ama neden-li
İçi boş ama yoğun
Absürd ve komik
Bir o kadar da mantıklı
Uçarı ve asık suratlı
Taptaze bir panik?

O zaman sana bir sır vereyim:
Aslında yok.

Yetişmesi gereken ödev,
İnsanların senin üstüne üstün fikirleri,
Bitmeyen monoton bir görev,
Ezici sorumluluk hisleri.
Koşan bir kalabalık,
Hayat gözlerini devire devire izlerken.
Gerçeklik, koştukça gerçekliğini yitiren.
Amaçlar, uzandıkça geri çekilen.
Derin nefes al, gözlerini kapa.

Ayak sesleri dediğin pat pat
Aslında yok.

Zamanın sonu var bir yerde,
Bir yerlerde evrenin sonu.
Dünyanın sonu çok komik duruyor.
İnsanın sonu daha da komik.
Başlangıcı da muamma değil mi zaten?
Soru işaretlerini nereye koyuyorsan
Orayı büküyorsun
Sonra soru işareti seninle dalga geçiyor.

Gıdıkla beynini azcık,
Aslında o da yok.

Yok artık değil mi?
Evet, gerçekten yok.
Gerçek yok.
Noktalardan noktalar çıkarıyoruz,
Ünlemlerden ünlemler.
Sonra yaramaz soru işaretleri
Kağıtlardan çıkıp
Masanın üstünü karıştırıyorlar,
Biz bakmadığımızda.
Zaten bakmıyoruz,
O yüzden onlar da yok.

Yani paniklediğin şey tüm gün,
Aslında yok.

Bence uyumalı artık,
Hazır her şey yok olmuşken…

Cumartesi, Kasım 29, 2008

Te

Ey hayat,
Su ol tekrar ve tekrar,
Tüm hücrelerime işle.
Su ol parıldayan,
beni al yıka
Ve dönüştür.

Şimdi zamanı
Bir kez daha.
Ama son kez değil
Ve son olmadı hiç.

Dalarak gözümüz kapalı
Kimbilir kaçıncı kez
Ama ilk defa bu kadar çok
Derinlerdeki o incinin
O büyülü ışığı
Bırakalım aydınlatsın bizi.

Derinlerden korkmamayı da
Koşulsuz sevmek gibi,
Huzurla susmayı da
Kalpten anlatmak gibi
Bana sen öğretmedin mi?

Bırakalım
Bir dönüşsün
Bembeyaz bir güle
Taç yapraklarından süzülsün
Okyanus damlaları
Çiğ çiğ...

Pazartesi, Kasım 17, 2008

Onların Bildikleri ve Bilmedikleri…

Olasılık hesaplarımız
Bir yerlere varabilseydi,
Dönüm noktalarımdan geçen çizgiler çizmek isterdim.
Sormak isterdim bir de,
Niye her seferinde
Monotonluğa karşı çıkışımı yanlış anladığını.

Ama bir cevap yok.
Herkesin de gayet iyi bildiği gibi,
Bu yeri tanımlamaktan aciz olasılık teorisi.

Şimdi tek sahip olduğum
Kağıtlardan ve kitaplardan oluşan bir dağ.
Üstlerindeki her bir nokta bir göz,
İçimde vızıldayıp duran sineklerin gözleri.
Melodilerle tatlandırılmış bu kağıt yığını
“Olduğu kadar” derdi,
Eğer konuşabilseydi.

Ama ne yazık ki,
Herkesin de gayet iyi bildiği gibi,
Kağıtlar ölü ağaçlardır ve
Konuşamazlar.

Ben de bunun yerine,
Konuşuyorum başka bir benle.
Biraz dumanlı ve biraz kuşkucu.
Belki biraz da dalgacı ve hafif.
Her neyse, kime ne zararı var ki?
Aslında fena olmazdı
Bir gizli gülüşü daha paylaşmak.
Ama Melvin boğulduğu suya
Yeni bir tarif istememişti.
Ben de aynen paylaştığımız sırlara.

Ben böyle iyiyim.
Herkesin de gayet iyi bildiği gibi,
Melvin normal değildi,
Ben de değilim.

Soru işaretleriyle fazla samimi olunca,
Üç noktalara doğru yola koyuldum.
Dedilerdi ki keşkeler sankilere döner orada.
Telefonumu da kapattım.
Arama. Sanki arayacakmışsın gibi.
Sadece bil diye, ben buradan ayrıldım,
Orion dolaylarında bir yere doğru.
Zaten orada telefon da çekmiyor.

Hiç deneme bile.
Herkesin de gayet iyi bildiği gibi,
Dumanlı keyiflerimi
Herhangi bir eril organizmaya tercih ederim.

Hadi ama şimdi,
Sakin ol, rahatla.
Ben sana bakmıyorum,
Baksam da görmüyorum.
Ne istersen yap,
Çok düşünme.
Hatta hiç düşünme.

Hem zaten,
Herkesin de gayet iyi bildiği gibi,
Ben hiçbir zaman öngörülemedim.

Cumartesi, Eylül 27, 2008

Denize Birakilan Sise...

Sen anlat, ben dinliyorum.

Büyüleyici sesin denizden esen tuzlu bir meltem gibi serin ve içimi yakıyor. Ve o melteme karışıp uçmak, yükselmek ve o sesle gittiği en son yerde yokolmak istiyorum.

Nefes alıyorum sen konuşurken, soğuk havada dudakların arasından yükselen buğunun sıcaklığıyla doluyor ciğerlerim. Sen anlat, ben senin kokunu içime çekiyorum. Kokuları geliyor burnuma o vahadaki eşsiz çiçeklerin.

Hadi ama susma, anlat. Gözlerini sabitle gözlerimde konusurken, başka yere bakmasinlar ve ben karışayım gozlerine, boğulayım.

Olmazi oldurmaya cabalamam zaten, olmazligini daha cok severim. Acik bir mektup bu belki, hic okumayacagin, hic gormeyecegin hatta. Ben senin enerji halkalarinin icinde gezinmeyi seviyorum sadece, baska bir niyetim yok. Etrafimda ol yeter. Zamanla ozgurlugum de esaretim de sen olacaksin.

Pazartesi, Ağustos 04, 2008

Yok Olmak Üzerine...

Bir arkadaşımın bir lafına takıldım : "Bilirsin o yokolmayı sever." Telefonunu kapatmıştı bahsettiğimiz kişi, ulaşamıyordum. Aslında evine gidip bakmamıştım bile çünkü tahmin ediyordum, şehirde değildi.

Ama o şimdi yok mu olmuştu? Telefonunu bilerek kapatmıyor muydu? İçi sıkıldığı için bilerek kaçmıyor muydu şehirden? Geri dönmese bile yok oldu denebilirmiydi gerçekten?

Bilmiyorum. Belki de yok olmayı becermiştir gerçekten. Yanlış anlaşılmasın, bunu ciddi söylüyorum, yok olmak çok büyük bir beceridir. Var olmaktan daha zordur.

Mesela...

Telefonunu ararsınız, cevap yoktur. Evine gidersiniz, ilginç, ışıklar yanıyor, pencere aralı. Kafayı uzatıp içeriyi görmeye çalışırsınız. Herşey yerinde. Evde herhalde diye bir daha ararsınız, telefonun sesi odadan gelir. Evde evde dersiniz. Kapıya yönelirsiniz, ilginç. Kapı aralıktır, girersiniz. Yeni pişen yemek ocağın üstünde tütmektedir hala, yatak dağınıktır. Çanta cüzdan kimlikler kartlar herşey ortadadır. Banyo da boştur, ev de boştur. Ama sanki karşı komşuya çıkılmış gibidir.

Ama tanıdığınız, aradığınız kişi orada da değildir.

Şehirde de değildir.

Ülkede de değildir.

En önemlisi yok olabildiyse kendinde de değildir.

Yok olmuştur!

Yok olmak kendisiz gitmektir aslında. Herşeysiz hiçbir şeyli gidiştir, tek yöndür.

Ve yok olanın ardından saygıyla anılmalıdır ismi.

O yok olmayı başarmıştır.

Belki hatırlayan da çıkar, tarihte de vardır böyle efsaneler. Özellikle Uzak Doğu'da ermişler efsanelerin sonunda yok olurlar.

Çünkü öz, Yoktur.

Olur da Olabilirsem bir gün, sadece deyiniz ki :

Vardı, ama daha önemlisi Yoktu.

Pazartesi, Temmuz 14, 2008

Zindelhof ve Renkler...

Göttingen Kültür Gecesi'ni anlattığım yazımda ikinci durağım Zindelhof'tan ve arkadaşım Doğa Akdoğan'ın resim sergisinden daha ayrıntılı başka bir yazıda bahsedeceğim söylemiştim, sözümü tutuyorum, biraz gecikmeli de olsa.

Kısaca hatırlatalım, 4 Temmuz gecesi Göttingen Kültür Gecesi'ydi. Her yaştan, her milletten Göttingenliler farklı yaşam tarzlarına ve belki farklı müzik zevklerine de sahip olsalar, sokaklarda, kafelerde,barlarda ve hatta şehir kütüphanesinin içinde müzik sayesinde bir araya gelmişler ve coşkulu ve "kültür" dolu bir gece geçirmişlerdi. Ben de uzun zamandan sonra canlı blues dinleme olanağı bulduğum için gecenin sonunda havalarda uçuyordum.

Müziğin bayramı dışında da, geceye renk katan, hayal katan başka bir olay daha vardı: İki eski binanın arasında boşluğa sıkışıvermiş Zindelhof'un eşssiz atmosferindeki renklerin bayramı!

Doğa rengarenk, canlı, enerjik, hayat kokan bir insan. Göttingen'de tanıştığıma en memnun olduğum kişilerden biri. Resim tutkusu hep varmış Doğa'da, ama 1 sene önce resim yapmayı meslek edinmeye karar vermiş, ve şu anda da bir yandan Göttingen Tagesblatt (Göttingen'in yerel gazetesi) çalışıp bir yandan da Akademi seçmelerine hazırlanıyor. Doğa, Göttingen serüvenine Orman bilimleri ve ekoloji ile başlamış, sonra biyolojik bilimler ve ekoloji olarak değiştirmiş. Sonunda onu da bırakıp resime odaklanmış. Mart 2008'den beri de Göttingen'de bir heykeltraştan fikir alıyor, seçmelere daha iyi hazırlanabilmek için.

Zindelhof'a gelirsek...

Zindelhof bir ikinci el dükkanı aslında. Ama çok orjinal ve neredeyse gotik bir dekorasyon oluşturuyor raflarındaki satılık eşyalar. Zindelhof Göttingen'in en ilginç mekanlarından biri. İçeri girdiğiniz andan itibaren bir sıcaklığın sizi sardığını hissediyorsunuz. Burada herşeyi bulabilirsiniz aklınıza ne gelirse! (Hafif ürkütücü kocaman bir oyuncak "melek"ten oyuncak arabalara, porselen takımlardan televizyona kadar...) Sahibi Tilo da oldukça güler yüzlü ve neşeli bir insan gözlemlediğim kadarıyla. Doğa bir süre burada resim yamış ve bu şekilde tanışmışlar. Kültür Gecesi'nin olacağı gece için de Doğa'ya resimlerini getirip asmasını önermiş. Resimler, eski ve birbiriyle alakasız eşyalarla dolu rafların üzerine misinaya benzeyen teller gerilerek asılıyor. Arka planda her biri ayrı hikayeler barındıran envai çeşit kap kacak, oyuncak ve önlerinde Doğa'nın resimlerindeki insana coşku veren renk selleri.

Çok uzun uzun yazmaktansa, Zindelhof'tan fotoğraflara bırakmak istiyorum sözü.

Göttingen'de yaşayıp da buraya uğramamazlık etmeyin! Göttingen'de değilseniz ama yolunuz olur da bir gün bu tarafa düşerse, burayı mutlaka görün! (Hala Zindelhof'un yerini bilmeyenler varmış Göttingen'de, Villa Cuba'yı sorun gösterirler,onun yanında...)

Yorumlarınızı bekliyoruz!

Sevgi ve Işıkla Kalın.

NOT: Fotoğrafların üzerlerine tıklarsanız orjinal boyutlarında görebilirsiniz.


































































































Pazar, Temmuz 06, 2008

Uykuda Kopyalanan Huzur

Derler ki insanın özü
Uyurken dökülür yüzüne
Sen
Ne güzel uyuyorsun!

Bir koşudayız sanki.
Birbirimizi tüketiyoruz.
Kimin kini kime belli değil
Niyeler kayıp,
Nasıllar ayıp.

Gözlerimle çiziyorum
Siluetini
Kopyalıyorum kendime,
Renklendirmek için yeniden.

Benler soluk ışığında adaletimin.
Yasadışı bir grup var içimde.
Onlar büyüdükçe
Ben susuyorum.
Ve sen uyurken,
Ben masumiyetine saşıyorum.

Saçlarını okşayıp
Dizimde uyutsam seni.
Sonra ben de kaybolsam yüzünde
Girsem uykuna,
Daha mutlu olur muyuz?
Soru işaretlerinden
Ünlem işaretlerinden kurtulur muyuz?
Bitmeyen bir cümlenin
Üç noktası olabilir miyiz,
Huzurla yüzünden akıp giden?

Aksam gözlerinden içeri
Çıkmasam bir daha
Beni gizler misin
Uykunda?

Cumartesi, Temmuz 05, 2008

Göttingen'de Müzik ve Renklerin Bayramı

Bu gece, Göttingen Kültür Gecesi. Her köşe başında bambaşka lezzetlerde müzik var. Tüm Göttingen, genci yaşlısı demeden sokakta.

Ve gece Göttingen Senfoni Orkestrası ile başlıyor.

Orkestra son derece büyük. Christoph-Matthias Müller'in şefliğinde Hollywood başlıklı bir konser veriyorlar. Konserde Broadway'den ve Film müziklerinden seçmeler çalınıyor. Konser Göttingen'in ufak meydanında, doktora kutlamalarının klasik yeri Gänseliesel'in önüne kurulan dev bir sahnede gerçekleşiyor. Bir yanda -bence bir iç mimari şaheseri- eski belediye binası, üç yanı saran eski Alman evleri, konserin atmosferini tamamlıyor. Sahnenin önüne yerleştirilen oturma yerleri demir çubuklarla sınırlandırılmış, oraya geçmek için 9 euro gerekiyor. Tabii bir de hemen konser alanının yanındaki,eski belediye binasının altındaki pahalı restoranda oturanlar da konseri hem ruhlarını hem de karınlarını doyurarak izliyorlar.

Sahnenin hemen dibinden değilse de biraz ileriden ayakta da seyredebiliyorsunuz. Ben de öyle yapıyorum.

Konserin belki de klasik müzikle hiç alakası olmayan insanların da dinlemesi için, daha popüler bir hale sokulmasına şaşırmıyoruz.Hatta insanlara klasik müziğin hiç de sıkıcı olmadığını göstermek için harika bir örnek oluşturuyor bu konser. Yine de asıl eğlenceyi sağlayan, orkestranın önüne geçen "sahne performansı" ile şef Müller. Şu ana kadar gördüğüm en deli dolu şef Müller ve özellikle de seyirciyle iletişimi harika.

Konser Oklohoma ile başladı ve Operadaki Hayalet'ten bir potporinin ardından Wilewska, Morricone'nin "Bana Ölümün Şarkısını Çal" isimli parçası ile sahnede. Bir Brodway müzikali Poggy ve Bess'den potporilerle konser devam ediyor. Sonra sıra ünlü first lady Eva Peron'un hayatını anlatan ve sonraları Madonna ile özdeşleşen Evita müzikalinin en bilinen şarkısı Don't Cry For Me Argentina'da. Wilewska eşliğindeki parça tüm meydanı büyülüyor. Batı Yakası Hikayesi'nden bir potporinin ardından Wilewska bu sefer gişe rekorları kıran ve Leonardo Di Caprio ve KAte Winslett'in harika oyunculuklarının yanı sıra konusu ve görselliğiyle de akıllara kazınan Titanic'in Altın Küre de dahil sayısız ödül kazanan tema şarkısı, "My Heart Will Go On" ile sahnede. Ama parça tam bir hayal kırıklığıyla sonuçlanıyor Orkestra ve solist çok iyi de olsalar tempo çok hızlı ve bir an önce parça bitirilip konser sonrası bir yerlere yetişilecekmiş izlenimi veriyor. Bu kadar film müziği çalınır da Monty Norman'ın yazdığı ve milyonların ezberlediği James Bond (Dr. No) müziği çalınmaz mı? Orkestra çalarken herkes tempo tutuyor ve parçadan sonra Bravo'larla inliyor ortalık. Ardından Şef Müller, resmi olarak son şarkılarını çalacaklarını söylüyor,elbette ki bu kalabalık onları bırakmayacak ve bunu o da biliyor. Dolayısıyla aslında programda yer alan Star Trek çalınmıyor onun yerine Henry Mancini'nin aralarında Peter Gunn, The Godfather, Pembe Panter, Tiffani'de Kahvaltı ve Love Story gibi efsane filmler ve dizilere yazdığı müziklerden bir potpori ile konser "resmen" sona eriyor.






Elbette Orkestra alkışlarla tekrar geliyor ve bu sefer benim tüm konser heyecanla beklediğim Star Trek'te sıra. Son derece başarılı bir performansla meydandaki herkesi ,ve belki de en fazla (dizinin küçüklüğünden beri hayranı olan) bendenizi büyülüyorlar.



Günün ayrı bir önemi var Almanya'dan çok uzak, başka kıtadaki bir ülke için. O gün 4 Temmuz, Amerikalılar için Kurtuluş Günü. Şef bunu da atlamamış ve kapanış "Stars and Stripes" ile geliyor.

Yavaş yavaş gün batarken Göttingen'deki havanın dengesizliği bir kez daha ortaya çıkıyor; gündüzki sıcak,bunaltıcı havadan eser kalmıyor ve benim gibi gündüzde kalıp incecik çıkmış insanlar donmaya başlıyorlar. Tabii tüm konser boyunca ayakta durmuş olmamız da sanırım buna katkıda bulunuyor.

Güzel insan (kanka tabir edilen) Buket'le beraber seyrettik konseri. İkimiz de donmaya başlayınca dedik o zaman sıcak birşeyler gerek.

Ama Göttingen'de saat 22pm'i geçmiştir ve zaten pek çok dükkan 18de kapanmaktadır. Biz de avare bir şekilde ufak bir tur attık kültür gecesinin renklendirdiği, güzelleştirdiği Göttingen sokaklarında. Her bir köşe başında bambaşka müzikler: Blues'dan Klasik'e dini korolardan R&B'ye Country'e kadar... Müzik ve yürüyüş biraz içimizi ısıtır ama yetmez.

Zaten geç kalmadan Zindelhof'a gitmek gerekir.

Evet, ikinci adres Zindelhof. Burası bir ikinci el dükkanı, Göttingen'in Universität Apotheke'sinin ve Villa Cuba'sının arasındaki apartman boşluğuna yerleşmiş, Yılbaşı Pazarları'nın benim gibiler için vazgeçilmez mekanı. Kışın, yılbaşı pazarları kurulduğunda bu "han" Glühwein'ı ile bizim içimizi ısıtır, insanlar ikinci el eşyaların oluşturduğu sıradışı ama sıcak dekorasyonun içine karışır, adeta bir parçası olur ve yılın son ayının tadını çıkarır. Ama bugün buraya geliş nedenimiz farklı. Bugün yakın bir arkadaşımın, Doğa Akdoğan'ın resim sergisi de var Zindelhof'ta. Göttingen'deki en ilginç yerlerden biri olan Zindelhof'tan ve Doğa'nın sergisinden bir sonraki yazımda ayrıntılı şekilde bahsedeceğim.

Burada Burcu da aramıza katılıyor ve Doğa'nın getirdiği en güzelinden Türkçe müziklerle bir iki kadeh Bordeaux şarabı yudumluyoruz. Handa yok yok, ayağımı uzattığım içiçe iki demir leğenin içleri su dolu. Ama o kadar eski ve güzeller ki ıslanma ihtimalini umursamıyorum, çıplak ayaklarımı uzatıyorum üstlerine ve onları hissediyorum. Hikayeleri uzun. Buradaki her bir eşyanın içinde bir hikaye gizlediğini farkediyorum bir anda. Bu han yaşıyor. Raflara serpiştirilmiş birbiriyle alakasız yüzlerce eşyaya göz gezdiriyorum. Burcu bana kendini Taksim'in ara sokaklarında hissettiğini söylüyor ve hepimiz sessizce gülümsüyoruz. Bir İstanbul'a gidiyoruz, kim bilir nereleri gezip Göttingen'e Zindelhof'a geri dönüyoruz.

Artık kalkma vakti. Doğa'ya ve Zindelhof'un sahibine (adını unuttum) teşekkür ederek Göttingen sokaklarına geri dönüyoruz.

Botanik Bahçenin girişindeki Cafe Botanik'te dansöz olduğu yazıyor elimizdeki programda. Botanik Bahçe'de ve son derece entel Cafe Botanik'te dansöz görmek eğlenceli olabilir diye yola çıkıyoruz. Meydana geldiğimizde, burada ateş çeviren gençlere takılıyoruz bir süre. İzlemek bizi büyülüyor. İlerlemeye devam ederken yolda tanıdıklara rastlıyoruz. Göttingen küçük, hele bir de böyle bir eğlence varsa şehir merkezinde kesinlikle tanıdıklarınızı görürsünüz. İlerlerken kulağımıza Blues geliyor. Yan sokaklardan birinde Bremen Şarapevi'nin yanına kurulan platformda çok usta bir grup blues ve rock çalıyor. Oraya yöneliyoruz. Çevremizdeki yaş ortalaması birden artıyor. Standlardan şarap alanlar, dans edenler ortalama 40- 45 yaş civarında. Sahnenin önüne geldiğimizde daha da ilginç bir manzara ile karşılaşıyoruz. Gençler etrafta durmuş hafif hafif müziğe eşlik ederlerken ortada altmışlı yaşlarda olduklarını tahmin ettiğim kadınlı erkekli bir grup gençliklerini hatırlamışcasına dans ediyor. Kıyafetleri ve danslarına bakınca bir anda gençliklerini görüyorum karşımda. Göttingen'de , belki de aynı sokakta, yine blues eşliğinde dans eden bir grup genç.Zaman ilerlemiş, geçen yıllar o elbiselerin içindekilerin sadece görünüşlerini değiştirmiş. Buket ve Burcu'ya dönüyorum, "Bakın biz de böyle olucaz" diyorum. Buket gülümsüyor, "Biz daha deli oluruz Pınarcım" diyor. Haklı galiba.

Bu sırada omzumda bir el hissediyorum, dediğim gibi Göttingen küçük, eğlence büyük. Cansu ve arkadaşları yanımızdalar. Gecenin ve şehrin enerjisini bir ayna gibi yansıtıyorlar durmadan dans ederek ve kahkahalar atarak. Etafıma bakıyorum. Bu çok güzel bir an kesinlikle. Her yaştan insan müzikle bir araya gelmiş. Her milletten her "sınıf"tan. Ve herkesin yüzünde o gülümseme, kendini müziğe bırakmanın getirdiği huzur ve mutluluk. Herkes kendince tadını çıkarıyor melodilerin. Ben, uçuyorum. Buraya geldiğimden beri aradığım müzik bu. Çok ama çok mutluyum. Ve sonunda çok eğleniyorum.

Ufak konser bitiyor, ve biz başka nerede ne var diye ilerliyoruz. Burcu ayrılıyor bizden, yorgun ama mutlu. Biz de farkediyoruz ki her yer yavaş yavaş bitiyor. Ama daha çok erken diyorum kendi kendime, saatime bakıyorum saat 2:30 olmuş. E bu saatte bitiyor bu ufak şehir. Yine de herkes sokakta. Müzik dinmiş ama mutlu, yorgun biraz da çakırkeyif insanlar dolaşıyor Göttingen sokaklarında. El ele, kol kola. Sokakların bu saatte bu kadar kalabalık olması, saat akşam 8miş gibi, cıvıl cıvıl olması beni kendime getiryor. Şehir daha bitmemiş. Bugün değil. Burası belki İstanbul gibi canlı bir şehir değil ama hala yaşıyor. Hala biraz umut var.

Artık evlere dağılma vakti. Cansu'yu ve grubunu kaybediyoruz yolda. Sonra Buket'le yürümeye başlıyoruz. Yürürken ikimizin de o sırada Boğaziçi'ni düşündüğünü farkediyoruz. Uzun zamandır bu kadar eğlenmemiştik ikimizde. İçimizde garip bir his var, ve yarın bilime son hız dalma isteği. Bu bize üniversiteden, hala "okulum" dediğimiz yerden kalmış. Şanslıydık, her hafta Çarşamba konserlerinde klasik müziğe doyardık. Sayısız konser olurdu. Okulun korolarının ve gruplarının konserleri de cabası. Müziğe ve aslında sanatın her koluna doyardık ve akşam yatağa ertesi gün bilime uyanacağımızı bilerek yatardık. Burada bu çok eksik kaldı. Motivasyonumuzu düşüren belki de buydu.

Eve doğru yürürken, üniversitenin merkez kampüsünden geçiyoruz. Kulağımıza House, R&B müzikleri geliyor. Yaklaşıyoruz. Zentral Mensa'nın(yani yemekhanenin) önündeki bahçede ve içerideki fuaye alanında parti var. Herkes çılgınca eğleniyor. Sportler Party (Sporcu Partisi) olduğunu öğreniyoruz kapıda. Giriş paralı. Uzaktan kalabalığı izliyoruz bir süre. Buradaki kalabalık şehirden çok farklı. Ama her yer yine rengarenk ve insanlarda bu kez biraz farklı da olsa coşku ve enerji var.Biz yine de girmemeye karar veriyoruz. Buket'in damağında gecenin tadı, bozmak istemiyor, zaten çok da yorgunuz. Eve doğru ilerlemeye devam ediyoruz.

Kapıyı açıp eve girdiğimde yüzümde hala bir gülümseme var.


Bu gece, Göttingen'de eskisi gibi sanata doyduk.


Yarın bilime uyanmak üzere...


Sevgi ve ışıkla kalın efendim.

Perşembe, Temmuz 03, 2008

Bir bilgisayar oyunu ve bir klasik müzik konseri...


Göttingen son günlerde neredeyse Muson İklimi yaşıyor. Gündüz inanılmaz bir sıcak ve nem, akşam inanılmaz bir yağmur ve şimşekler...Almanya'nın ortasında olduğuma inanamıyorum bazen. Küresel ısınmaya hala inanmayan var mı? Göttingen'de misafirim olabilir.

Bugünkü hava beni bir acaip yaptı gerçekten, bünyem şaşırdı. Bir de buna obez canavarlarım eklenince, oh, yeme de yanında yat!

Hepimizin içinde stresle beslenen ufacık canavarlar var.

Gün içinde beynimizin, bilincimizin sürekli strese odaklanmasını ve kendimizi rahatlatmanın - en pozitif bakış açısına sahip olanlarımız için bile- fazladan uğraşı ve enerji gerektirmesini başka türlü açıklayamıyorum artık.

Ama o canavarları susturan şeyler de besleyenler kadar günün içinde gizli. Bir bilgisayar oyunu gibi, günün sonuna doğru hızla ilerlerken yol üstünde farklı renklerdeki puanları topluyoruz. Gri stres puanları, pembe mutluluk puanları, beyaz huzur puanları, yeşil sevgi puanları, mavi ilgi puanları... Gri puanlar canavarları beslemek için, diğer renklerin çoğu ,ama öncelikle beyaz, ise susturmak için. Tabii saf ve kesin bir ayrım yapamıyorum, bazen diğer renklerin içinden de gri çıkıveriyor, mesela mavi puanlar genelde gri puanlarla geliyor şu sıralar.

Bugünlerde yolum üzerinde en çok gri puanlardan var. Onlardan en az toplayarak ilerlemeye çalışıyorum genelde, ama bugün "çürük puan"a denk gelip 100 gri puan kazandım!

Günümü anlatmak için "negatif" kelimeleri kullanmamaya çalışınca, anca böyle anlatabiliyorum derdimi.

Elbette sırf benim günüm için değil bu. Ülkecek gri puan bağımlısı olduk ve daha da kötüsü kara kapkara kriz puanlarına yöneldik şu sıralar. Son sürat yokuş aşağı gidiyoruz , bakalım ne zaman fırtınalı denizlere uçucaz.

Gerçekten çok şeyler var söylemek istediğim (hem ben hem de ülkem için büyüyerek ilerleyen) bu kriz dönemiyle ilgili, ama şu anda dalarsam kendimi çok yıpratıcam sanırım.

Onun yerine, günün bana en fazla beyaz puanı veren etkinliğine geçmek istiyorum: Akademische Orchester Vereinigung Göttingen (Göttingen Akademik Orkestra Konsorsiyumu) Klasik Müzik Konseri...

Konserde Bartholdy ve Strauss çaldılar,ve Strauss'dan en sevdiğim senfoninin en güzel kısımlarından birini.Ne yazık ki kameram yanımda değildi ve telefonumla çektiğim videonun ses kalitesi çok düşük. Burada paylaşamıyorum.

Ama kesinlikle tavsiye ediyorum: Vakit ayırın, arşiv karıştırın ve size en uyan bestecileri ve klasik müzik parçalarını bulun. Elinizin altına bir yerlere koyun bu parçaları. Renginiz griye çaldıkça bu parçalardan renk alın.

Benim favorilerim : Rachmaninov, Ravel ve Strauss'dur, ama çok değişik müzisyenleri hatta Liszt'i bile sevebiliyorum bazen. Yine de, her rengi içinde barındıran müthiş bir parça: Ravel - Bolero. Çok popüler ama bir o kadar da derin bir parça. Sizler için youtube'da bulduğum en güzel versiyonunu buraya ekliyorum (Türkiye'de hala youtube sorunu var biliyorum ama bu sorunu kırmanın yöntemlerini de bulmuş bulan elbette =) Tavsiyem, hala youtube'a erişemeyenler : internette ufak bir tarama ile sanırım bir sürü farklı yol bulabilirsiniz.)

1.Bölüm


2.Bölüm


Sevgi ve Işıkla Kalın Efendim.

Salı, Temmuz 01, 2008

Bana içimin resmimi yapabilir misin Abidin?

Blogu açma amacım aslında içimden ne geçerse yazmaktı ama şimdi bir yandan da okuyan kişileri ürkütmek istemediğim için yazamıyorum sanki, yeni bir blog açmak istemediğime göre, ürken ürksün kalan sağlara mangal yapayım.

Velhasıl...

İç sıkıntısını aştım artık. Süreklilik kazanan iç sıkıntısı ilginç bir boyuta varıyor,galiba buna erme deniyor. Bir dostun başka bir kadim dosta dediği gibi, daha fazla deliremeyeceğimiz için eriyoruz. Ama erince de erdiğimiz yerden "Alooooooooo" diyince sesimiz ulaşamıyor, dolayısıyla çok fena bir yerlerde aslı kalmışız hissi doğuyor ve anlıyoruz kiiii ermek o bizim sandığımız ermek değil aslında, böyle yumusak elde dağılan duman gibi birşey ve böyle insanın içini kaplayınca o duman insana bir titreme geliyor.

Anlatamama ihtimalim üzerinde düşünmüyorum bile. Empatinizi sonuna kadar açın, alıcınızın ayarlarıyla oynayın, ama sonra eski ayarları bulabileceğinizden de emin olun.

Son zamanlarda gökyüzüne bakmak içimi rahatlatıyor,bir sona erme ve ermeme, aslında bütünleşme ve kayıp gitme, buharlaşma ve yıldızlara bağırma hali doluyor içime ;bu genelde iç sıkıntısının basıncını arttırıp patlatarak kendisine ohhhhhhhhhh denen bir hale vardırıyor. (bir nevi sivilceyi sıkıp içini boşaltmak gibi. Kocaman sivilcelere dönüşüyoruz bazen.) Patlama etkisiyle içeride ne var ne yok dışarı uçtuğu için de bir süre bir boşluk bir cam-gözlülük yaşanıyor. Velhasıl güzel şeyler bunlar, ki bunu diyen göreceli kavramlara uyuz olduğu için kendi lugatından yıllar önce çıkarmış ve tüm göreceleri yeniden tanımlamıştı ama güzel deyince size ne güzelse siz onu anlayın, o da olur.

Aaaaaaaaaaaah aaaaaaaaah
Son zamanlardaki tüm yazılarıma bir resim iliştirdim ama şu anda fotografimi çekip iliştirsem mesela, bir uyarı eklenmeli yazının başına gece okumayın kabus gördürtür diye. Bilemiyorum.

Aslında kendimi tırmalamak böyle kıymık kıymık bırakmak beni çok rahatlatacak. Böyle anlarda yakası coooooook acık seyler giyiyorum, yok kazara yakası hafif kapalı bisii giydiysem de zaten yakası acık hale geliorlar.

Son zamanlarda, sırf kendimde değil bir de benden dışarıdaki ben diyebileceğim ve insanların kanka olarak adlandırdıkları su bazlı seyreltilmis bağımlı varlıkta gördüğüm, amuda kalkma isteği var. İlginç, böyle yürürken bir anda amuda kalkıp ellerim üstünde yürüyesim geliyor.Ya da konuşurken bir anda amuda kalkasım ve ööööle durasım gelior. Evde denedim amuda kalkamıyorum dolayısıyla o şekilde yürümeyi günlük hale getirebilmek zaman alıcak.

Örümceklerim ısırıyor ve ben kendimi tırmalıyor muyum?

Şu an vardığım görsellikte etrafta milyonalrca ipliğimsi örümcek var; ben
başka yere bakınca ortalıkta dolanıyorlar, vay o ne diye kafamı ceviriyorum o göz ucuyla gördügüm harekete.Yok orda bisii. Hızlı yaratıklar bu örümcekler.

Aslında tabi onlar da su. Belki nasıl buharlaşacaklarını öğrenmişlerdir.

Su bazlı varlıklar olduğumuza göre keşke bir de buharlaşabilseydik, çok güzel olurdu. Isıtmak değil sırf, bazı durumlarda yeterince basınç uygulamak da fazlar arası değişim sağlayabildiğine göre bu "iç sıkıntısı" ya da "ermişimsi hali" devam ederse basınç yardımıyla buharlasma noktamı bulcam ve size de haber vericem mutlaka bir şekilde. (Siz kimsiniz sahi?)

Burada bitirip yazıyı yatağa atlıyorum, ipligimsi örümceklerimle beraber ve böyle iri iri su damlacıklarına ayrılıp önce yatağın üstünde kalakalıyorum sonra da buharlaşıyorum.

Sevgiler efendim....


(Abidiiiiiiin?)

Cumartesi, Haziran 28, 2008

Mucizeler...

Şu son günlerde pekçok kişi gibi futbolla yatıp kalktım. Şimdi sıra Almanya - İspanya finalinde...

Açıkçası gönlümden geçen İspanya'nın yenmesi...

Yarı finalde elendik belki ama tüm dünya basınının, tüm dünyadan futbolseverlerin birleştiği tek bir konu var : Türkiye EURO 2008'i unutulmaz bir şampiyona haline getirdi.

Türkiye - Çek Cumhuriyeti maçı Avrupa Şampiyonası tarihinin en iyi maçı seçildi.


Bizi hiç ummadığımız bir anda bu kadar mutlu ettikleri ve tadı damakta kalan bir futbol izlettirdikleri (ve durduk yere kalp hastası ettikleri =) ) için Türk Milli Takımı'na bir teşekkür etmek gerek.

Türkiye - Almanya maçından sonra, şimdi herkes Türkiye'yi konuşuyor. Tanıdığım Almanlardan bile "Türkiye adına üzüldük, ama biz şanslıydık bu sefer" yorumunu duyuyorum en çok.

Geçen gün, Hintli bir arkadaşımla Ruslar'ın çoğunlukta olduğu bir mekanda Rusya-İspanya yarı finalini izlemeye gittik. Arkadaşım bana Türkiye-Almanya maçının başında Almanya'yı tuttuğunu ama sonra Türk Milli Takımı'nın oyununu görünce fikir değiştirdiğini, izlediği diğer maçlarda da çok eğlendiğini ve oyuncuların hırsına hayran kaldığını söylüyordu.

Maç izlerken, 70. dakikada 2-0 geride olmalarına içlenen bir Rus'un dudaklarından şu sözler dökülüverdi : "Türkler yaptı, keşke biz de yapabilsek." Oysa Rusya ilk golden sonra oyunu nerdeyse bırakıyor ve 3-0 mağlup ayrılıyordu yarı-final maçından... Fark açıkça belliydi : Azim, hırs, vazgeçmeme...

Şans elbette vardı. Özellikle de kale direkleri birer Volkan gibi davrandı bazen. Futbol zaten yarı yarıya şanstır diye düşünüyorum. Özellikle bu turnuvada Almanya, Türkiye ve İtalya'nın yanındaydı o şans.

Ama "üç kere üst üste tekrarlanan şans, şans değildir".(Bunu sadece Terim değil Hırvat Teknik direktör Bilic ve Alman Teknik Direktör Löw de söylüyordu.)

Ve bu sonuçlar, Türk Milli Takımı'nın "mucizeleri",oturup bir düşünmeme neden oldu. Evet, son ana kadar vazgeçmemek çok önemli. Mücadele ettiğinde, idealinden vazgeçmediğinde, sonunda mağlup de olsan, gerçekleştirmemiş de olsan içinde bir acaba kalmıyor, en azından denedim diyebiliyorsun için rahat bir şekilde. Önemli olan bu galiba. Yine de daha önemli bir sonuç, daha var : Yapabileceğine inanınca mucizeler yaratabilirsin.

Günlük hayata dönersek... Sonunda deneylerimden de istediğim yönde sonuçlar almaya başlıyorum. Tam bu EURO 2008 e denk geldi ilginç bir şekilde. Ben de beni gülümsetsin, motive etsin baktığımda diye, Fatih Terim'in o sözünü, odasında yazdığını söylediği sözleri, laboratuarda çalıştığım köşeye astım :

"İmkansız diye bir şey yoktur. Mucizeler ise sadece biraz zaman alır."

Pazar, Haziran 22, 2008

Cumartesi, Haziran 21, 2008

Çiziktiriyorum!

Fanzin için hazırlamaya çalıştığım mangaya ön hazırlıklardan biri...

Cuma, Haziran 13, 2008

Duygular ve Alışkanlıklar

Eveeeet,
Ne Biliyoruz Ki'den en sevdigim kısmı nihayet buldum :) Ve herkesle paylasmak istiyorum ama ne yazık ki buldugum bölümler sadece ingilizce. İngilizce bilmeyenlere 1. video dolayısıyla anlasılması zor olabilir.Ama benim sevdigim bölüm, yani alışkanlıkları ve hormonal etkileri anlatan hücreler, aslında daha çok görsel o yüzden bu kısmın anlaşılmasında bir sorun olmayacapını umuyorum. Yani dil zorlasa da sabredin, ortalarında kadar gelin ilk videonun. İkinci ve ucuncu de nerdeyse tamamiyle görsel zaten.





Salı, Haziran 10, 2008

Tao


Kimse herkes demektir bazen.

Herkes bilip kimse görmez ise

Herkese ne gerek var zaten.

Biz bırakalım

Herkesi kendi bilgeliğine.

Bize bilgisizliğin bilgeliği lazım.

(Arsivden, Haziran 2005)

Küçük Gri Hücrelerde Kıpırtılar 2

Çevremiz biz anladıkça,fark ettikçe değişir.

Baktıkça daha fazlasını görmeye, algılamaya başlarız.

Ve değişen çevremizle biz de değişmeye devam ederiz.

İnsanın bütün bu kavram kargaşasına ilk dalışı iletişim için olmuştu. İletişim daha çok soruyu beraberinde getirdi. Bu sorulara - bazen sırf iç huzursuzlukları örtmek için - verilen cevaplar yeni tanımlamalar getirdi. Yeni kavramlar doğdu. Ve biz farketmeden kendi tanımlarımız, kendi kavramlarımız içinde sıkıştık. Anlamak için parçaladıklarımızı birleştirmeyi unuttuk, sonra tümü unuttuk, sonra da görememeye başladık aslında.

Şimdi ilginç bir şekilde başa dönüyor ve aslında ne kadarı "hissettiğimizi" ve ne kadarı "anladığımızı" yeniden sorguluyoruz. Elbette bu sorgulamaları farketmek için kabullerimizin gelişmesi, kabullerimizin olgunlaşması ve bizim bu kabulleri aşmamız gerekiyordu.

Söylenecek çok şey var ama en kolay yola kaçacağım : (Ne Biliyoruz Ki?- What the bleep do we know?)






Birilerinin bütün bunları toplayıp bir film haline getirmiş olması o kadar hoş ki gerçekten.Huzur doluyorsunuz :)

Küçük Gri Hücrelerde Kıpırtılar 1


Güçlünün kazandığı bir dünya bu değil mi? Hayır, ilk haliyle değil. Biz yokken değil.

Güçlünün kazandığı bir dünya değil, çünkü doğanın kendisinde kazanmak yada kaybetmek yok. Av-avcı ilişkisinde de avcı kazanan değil. Dengenin sağlanması için bu böyle ve kazanmak ya da kaybetmek bu anlamda yok. Bu insanin ayrimci zihninin bir sonucu.

Sadece bir döngü var. Bir başı yada sonu yok. Doğanın içinde bu döngü gizli. Biz kendimizi doğadan üstün görüp bu döngüyü kaçırarak yapabileceğimiz en büyük yanlışı yapıyoruz. Doğanın organik birer parçasıyız. Herşeyin birbiriyle kardeş olduğunu,tüm canlılığın eş oluğunu anlamak neden bu kadar zor olabilir? Herşeyin bir olduğu savı hoşgörü ve paylaşımı beraberinde taşır.Ama kardeşlik aynılık değil.

Denge düzen demek değil. Dengenin içinde farklılık ve temelinde de kaos yatar.

“Modern” insan, hoşgörüsüz ve bencil.Her ne kadar hızla gelişen bir bilinç olsa da insan hala dengeden uzak. Dengeyi bulabilmek için paylaşımı görmesi ve hoşgörüyü anlaması,özümsemesi gerekir. Bunlar kabul edilen birer yasa olamaz. Doğanın yasaları yok aslında. Yapılabilecek tek şey anlamak,anlamaya çalışmak. Ama tümü görerek.

Anlamak tümüyle ilkel oluşu gerektirmez. Tersine anlamanın getireceği bizim teknolojimizin çok üstünde olacak; bu noktada kötüye kullanma da var olmayacak. Zaten insanlar birbirlerini de anlamayı ön planda tutacak ve birbirlerine üstün gelmeye çalışmayacak. Şu anda hiyeraşiyi güçlendirmekte kullanılan bilim ancak bu ortamda gerçekten özgür olabilir. Bilim anlamak için hizmet ettiği zaman sadece bilim olabilir. Cevabın kendisinden çok sorunun önemli olması da bu yüzden; çünkü her cevap bir soruyu getirecek ve döngünün bir sonraki aşamasına, belki de, geçilebilecek.

Anlamak için sormak gerekir.
Sormak için düşünmek gerekir.
Düşünmek içinse özgür olmak gerekir.
Hiçbir şey aslında düşünceyi engelleyemez.
İnsanın tek hapishanesi insanın kendi aklıdır. (bunu benden önce de düşünen biri vardı.)
Aklın sınırları hoşgörü ve paylaşımla genişler ve bu sürekli geri beslemeli bir döngüdür.

Felsefe insan düşüncesinin birikmesiyle olan bir "sonuç" aslında. Bir çok felsefenin sonunda din haline gelmesi neden peki? Çünkü insan kendi engellediği beyninde,aklında engelleri göremiyor. Bir kurtarıcı arıyor, aradığı kurtarıcının kendi olduğunun farkına varmadan. Kendisi sadece kendi engellerini kaldırabilir ama bu kolay değil şüphesiz. Bu durumda alışılan kolaycılık hazır felsefeye yöneliyor. Onu birer yasa gibi kabul ediyor. Soruların cevaplarının soru olduğunu unutarak doğrularını bulduğunu düşünerek yalanlarıyla zihnini doyuruyor. Felsefe düşünme iken din düşünmek istememe oluyor. Kimse kimseyi düşünmesi için zorlayamaz. Pek çok felsefeyi din haline getiren üstünde düşünülmemesi. Aslında felsefe pek çok insanın farklı yollardan benzer sonuçlara çıktığı yolların toplamıdır ve din olarak kabullenilmiş her felsefenin kabullenme sonucu belli yerlerde tıkandığı ama daha önceden düşünülüp paylaşılmış olanların farklı topluluklar için dini kurallar haline geldikten sonra bile birbirlerine çok benzediğini görmek şaşırtıcıdır.

Saf dinlerin gösterdiği yöntemler, ibadetler aslında insanın zihnini rahatlatma, huzura eriştirme amacı taşır. Bu bir nevi düşünmeyi kolaylaştırıcı, insana kendi girdaplarında kaybolmaması için yol gösterici özellikte. Huzura erişen bir beyin için anlayışa giden tüm yollar önünde serili, onu aydınlatan yıldızların olduğu gökyüzü berrak. Bu haliyle saf din, aslında toplulukların hayatı algılama, anlama ve yaşama için ortaklaşa izledikleri yollar gibi. Saf dinin gösterdiği yollar, ne zaman ki toplulukları güden emirler olarak algılanmış, ne zaman ki dinin aslından onu yorumlayanların düşüncelerini ezberleyerek uzaklaşılmış, orada aslında felsefe/dinin işaret ettiklerine yüz çevrilmiştir.

Ne yazık ki bizim zamanımızda saf din kalmadı. Dolayısıyla, “modern” anlamda bakınca, din yoktur. Düşünce vardır. Felsefe vardır. Din susturulmuş ve konuşması istenmeyen düşüncedir. Bunun farkına varıldığında inanmak, çözümüne inanmak, anlamanın arayışında bir yol olacağından artık engel değildir. İnanmak soru sormayı engellemediği sürece zaten felsefe değil midir?

İnsanın sormaktan kaçması insanın aklındaki ilk engel.

Ama en önemlisi değil.

İnsanın ilk günlerinden beri olan bu kolay sonuca varma,kestirmeden gitme alışkanlığı ilk ve en basit engel.

Sahiplenme ise belki de en büyük engel. Sahiplenmenin gözle görünür sonuçlarının bazıları bencillik, üstünlük duygusu, savaşma dürtüsüdür.

Bizim her gün okullarda yaptığımız şey nedir? En büyük sahiplenme değil mi? Bize biçilen rolü sahiplenmek değil mi? Oysa başkalarının önceden düşündüğü şeylerin izinden gitmek, bize söylenenleri yapmak düşünmek midir? Bize bir seçim sunuluyorsa bu seçimin belli bir rolün gereği olup olmadığını düşünüyor muyuz? Gerçekten kendi özgür irademizle mi seçiyoruz? Eğer seçimimizden sonra özgürce hareket edemiyorsak, bu seçimle ilgili başka rollere uymak zorunda kalıyorsak bu seçim göründüğü gibi özgür bir seçim midir,yoksa kendimizi özgür hissetmemiz için verilen bir elma şekeri midir?

Örneğin eğer seçimimiz bilim insanı olmaksa neden hala birbirimizle yarışıyoruz? Yarışıyorsak seçimimiz bilim insanı değil en iyi olmaktır. Bilim insanı olmak için en iyi olmak değil, anlamak öğrenmek önemli değil mi? Neyde nasıl en iyi olduğumuz farketmez. En iyi olmak bize biçilen roldür, bizden her zaman en iyi olmamız beklenir. Yapamaycaksak yine başka bir rol biçilir onda da hizmet ederiz. Oysa bu ikisi de olmayabiliriz. Ne sahip ne de sahiplenilen.

Kendimiz olmak için özgür seçim yapmamız gerekir.

Tüm bu sahiplenme güçlünün yendiği sanal dünyayı oluşturur. Gerçek değiller. Sahiplenme ortadan kalktığında önüne çıkan dağların birer serap olduğunu görmek de şaşırtıcı ama beklenmesi gereken bir şey.

Bununla beraber bu rolleri kabullenmiş insanların arasında yeni ve gerçek dağlarla da karşılaşılacak. Hiçbir yol düz değil. Ama anlamanın önünde engel olmadıkları sürece hiçbir dağ aşılmaz değil. İnsan beyninde özgür olduktan sonra hiçbir engel önemli değil.

Sahiplenmezsen ve sahiplenilmeye karşı koyarsan doğaya yaklaşabilirsin. Buradaki sahiplenme terimim açık mı acaba yeterince? Doğal koşullarda, mesela primat topluluklarına baktığımızda, (alan, rol, eş, hatta yiyecekler üzerinde) sahiplenme çok açık ve net bir amaç taşır: Çoğalmak. Hayatta kalmanın da doğada çoğunlukla amacı çoğalabilmek, topluluğu devam ettirebilmektir. Bu benim kullandığım anlamda bir sahiplenme olmuyor, sanırım bu açık.

Elbette özgür seçimle de zor olanı yani sahiplenmeden vazgeçmeyi reddedebilirsin. Bu, bir an için 3D gözlüklerini çıkartıp çevrendekilerin gerçek görünümlerine bakmak sonra 3D gözlükleri tekrar giymeye karar vermek gibi. Ama insan bunu özgürce seçiyorsa yine sorun değil. Bu onun özgür seçimidir. Bir bakıma kendini kandırmak,kendine yalan söylemek olsa da bilinçli olarak bunu seçebilir.

Yani İkinci engel sahiplenme...

Paylaşmak gerekiyorsa paylaşabilecek birilerinin olması gerekir. Ve insan paylaşmadıkça özgürleştiğini hissedemiyor. Nerede olduğu anlaması için dışarıdan bakabilmesi gerekiyor. Son engel belki de bu anlamdaki yalnızlık. Ama elbet bir gün bir insanla daha paylaşabileceğini,en azından düşündüklerinin bir kısmını, kelimelerle anlatılamayanlar içeride kalsa bile, biraz da olsa paylaşabileceğini bilmek, umut etmek bu son engeli de kaldırıyor.

O halde (engeller kalkınca)...

Yürümeyi öğrenmek gerek.

Yürümeyi başladıkça seçimlerimiz, isteklerimiz belirginleşecek, ve algımız berraklaşacak. Gerçeklik kavramına dalmak istemiyorum, ama şu alıntıyı da yapmadan edemedim : (Ne Biliyoruz Ki?- What the bleep do we know?)



Tüm "giyindiklerimizi" o 3D gözlüklerle beraber yolun kenarına bırakmayı başarabilmek...O hafiflik...

Pazar, Haziran 01, 2008

OK Go -A million ways. Mutlaka izleyin!!!

bkz. http://www.youtube.com/watch?v=bav63MWNUKg
Su sıralar en bayıldığım grup OK GO. Sözler, müzik hepsini geçtim klipler inanılmaz. Ba-yı-lı-yo-rum.(Not:solist aslında en uzun olanları. o ne ses o ne tip =) )

Şarkı da bu gruba ait. "Get Over It"i de dinlemeniz şiddetle önerilir,klibi de enfes.

13.saat


Buraya ilk kez geliyordu. Sokaklar kalabalık ve gürültülüydü. Parlak renkli barlardan sokağa taşan müzikler birbirine karışıyordu. Geniş caddedeki gürültülü kalabalığın içinde, yüzlerde her çeşit duyguyu görmek mümkündü.

Kalabalığın arasında yavaş yavaş ilerlerken yüzleri izliyor, bu gece nasıl bir şey yaratması gerektiğini düşünüyordu. O insanların arasında gezinirken insanlar onu farketmiyor, yanından geçtikleri sadece hafifçe ürperiyordu.

23:58.

Yürümekten vazgeçti. Solundaki parka daldı ve caddeyi gören bir banka oturdu. Tam karşısındaki eski taş binanın saat kulesine dikti eflatun gözlerini.

23:59.

00:00.

Saat kulesinin çanı çalarken cebinden bir kum saati çıkardı ve çan 12.kez çalarken yavaşça ters çevirdi.

Çan bir kez daha çaldı.

Ve tüm hareket durdu.

Yavaş yavaş tüm renkler ve tüm şekiller erirken ayağa kalktı.

Şekillerin içinde saklanan bembeyaz boşluk ortaya çıktı.

Beyaz sınırsız boşluğa daldı. İçinde yürümeye başladı.

O yürürken boşluk renklendi, şekillendi.

Yaratmak için sadece 1 saati vardı.

Her gün bir saat insanların ayak bastığı yerleri yeniden düzenlemek için. İnsanların unuttuğu beyaz özü yeniden yüklemek için.

Yaşamı yeniden yüklemek için 1 saat...

Son kum zerreleri dökülürken beyaz boşluk çoktan maddenin içini doldurmuştu.

Durup etrafına baktı. Kum saatini cebine koydu.

Hareket yeniden başladığında insanlar garip bir tazelik hissi ile doldular.

Yüzlere tekrar baktı, gülümsedi ve yürümeye devam etti.

(İlham kaynağım Deviantart'ta gezinirken gördüğüm yandaki resim. Daha fazlası da burada)

Cuma, Mayıs 30, 2008

Tar Ezgisinde Bükülen Evren



(düzeltme : 30.5.08)

Bir garip ki bu akşam
Yıldızlar bile saklanır
Soğuran karanlığımdan korkar,
Yansıtan aydınlığımdan çekinir.

Bu akşam ateşim seni çeker;
Dumanım sana kaçar.
Olmaz koyarsam adını ,o an,
Hayaller teğet geçer.

Hep sorularda doğar,
Kabullerde büyürüm ben.
Sana görünüş hafif gelir,
Ama ruhum da ağır kaçar.

Bazen benler tüme varmaya çalışır,
Ama şans ya dibe varır.
Ben noktasal bir yanlis ve sen bir doğruysan,
Seni tutturma olasılığım sıfır.

Ve ben karşınlarda ve rağmenlerde
Acabalarda ve sankilerde
Olsalarda ve keşkelerde
İmkansız olmadığına göz kırparım.

(Bu şiirimsi hafif bulutlu bir Göttingen gecesinde Tar dinlerken ortaya çıkıverdi. Evreni bükme gücüne sahip bir çalgı . Farklı alemlere geçmek istiyorsanız bir yolunu bulup canlı dinlemeniz önerilir. )

Pazartesi, Mayıs 26, 2008

Yaşam Belirtisi



Anka Kuşu son manevrasını da tamamlayıp yere indiğini anlatan sinyali NASA’ya gönderdiğinde yaratıcıları, tüm ağır tavırları bir kenara bırakıp ekranın önünde hoplamaya, sevinç çığlıkları atmaya başladılar. Bazıları ağlayarak bir diğerine sarılıyor, bazılarının ise iniş sırasında kasılan kasları gevşeyip onları en yakındaki sandalyenin üstüne atıyordu.

Anka Kuşu kendisine enerji sağlayacak güneş panellerini, inerken yarattığı toz bulutu geçene kadar açamayacaktı. Dolayısıyla beklemedeydi.


Dünyada, NASA’da coşku ile kutlamaların yapıldığı sırada, Mars'ın hemen üstünde önce bir parlama oldu, sonra da devasa bir uzay gemisi belirdi. Gemi bir süre uzayda asılı kaldı. Ardından incecik bir ışık huzmesi Anka Kuşu’nun aydınlattı ve onunla ilgili bilgiler ve üç boyutlu görüntüsü uzay gemisinin ekranına yansıdı. Mırıltıyı andıran sesler duyuldu ekranın başında. Dünyalılar gene minik ve komik araçlarını test ediyorlardı. Bir süre sonra, Anka Kuşu’nun üzerinde yeni bir toz tabakası bırakan ışık huzmesi yokoldu. Ardından gemi de hızla gözden kayboldu.


Dakikalar sonra, NASA’da coşku yerini endişeye bırakıyordu. Güneş panellerinin açılması gecikmişti. İniş sırasında bir sorun olmuş olma ihtimali bir anda herkesin moralini bozdu. Kontrol odasını endişe ve panik kapladı.İnsanlar bir ekrandan bir ekrana koşturarak bir hata olup olmadığını anlamaya çalışıyorlardı.


Anka Kuşu’nun sensörlerinden birinin üzerinde kırmızı bir ışık yanıp sönmeye başladı. Tam bu sırada, makinenin ayakları arasındaki topraktan iki tane yeşil solucanımsı yaratık çıktı. Bir süre sanki tereddüt ediyorlarmış gibi yerlerinde kaldılar. Sonra birisi Anka Kuşu’na tırmanmaya başladı. Tam kameranın üstündeki çıkıntıya vardığında, diğeri de tırmanmaya başladı. İkinci solucanımsı yaratık güneş panellerinin üstüne gelmişti ki çatırtıyı andıran bir sesle paneller açılmaya başladı ve yaratık tekrar yere düştü. Açılan güneş panellerinin sağladığı enerjiyle Anka Kuşu canlandı ve eve ilk sinyalini yolladı.


NASA’da gene büyük bir coşku ve rahatlama vardı.


Anka Kuşu sonra yere bastığını kanıtlarcasına ilk fotoğrafını gönderdi : sağ ön ayağın fotoğrafını. Bu sırada küçük solucanımsı yaratık sol ön ayağının üzerinde inatla tırmanmaya çalışıyordu.


Yeterince enerji toplayan Anka Kuşu bir adım attı. Hareket eden sol ön ayaktan kayıp düşen yaratik yeterince hızlı hareket edemedi ve arkasından gelen ayak onun tam üzerine indi.


Anka Kuşu, ayaklarından birinin altında ve kamerasının hemen üstündeki biri ölü biri canlı iki yaratık ile yaşam belirtisi aramak için ıssız yüzeyde dolaşmaya başladı. Mars’ın tozlu, kayalık ve cansız yüzeyinin ilk fotoğrafları eve ulaştıktan sonra insanlık büyük bir umutla Mars’ta yaşam belirtisi bulunacağı anı beklemeye koyuldu.

http://www.ntvmsnbc.com/news/447509.asp

09:45

26 Mayıs 2008

Çarşamba, Mayıs 21, 2008

Pozitif misin?


Her gecen gun etrafimda daha fazla insanin "pozitif düşünme"ye başladigini ve bunu bi sekilde hayatlarina uygulamaya calistiklarini göruyorum. Elbette zor gorunen bir sey bu bazen, butun dunya ustumuze ustumuze geliyormus gibi oldugunda mesela. Ama aslinda gercekten de o kadar zor degil.

Sanirim once "pozitif"in ne olduguna karar vermek gerekiyor. Ne pozitif ne negatif bizim icin? Herkesin bu tip soyut kavramlarda (kötü/iyi, guzel cirkin gibi) kendine has tanimlari var elbet. Bu konuda genelgecer bir tanim mumkun olmasa da, tanimin kendi "görelilik"lerimiz ve cevreden dogan "görecelik"lerden cikacagini dusunebiliriz.Yani ne kadar da olsa - doganin bir kanunu- yaptigimiz hic bir tanim diger sözlüklerdeki diger tanimlardan bagimsiz degil. Yani pozitif dedigimizde ortaya cikan kavram da aslinda bize göre ve cevremize kıyasla pozitif olarak adlandırılacak seyler. Dolayısıyla pozitif dusundugumuzde sadece kendimize göreyi hesaba kattigimizda o "evren"e göre pozitifligi tam doldurmayabilir. Ama pozitifligi tanimlarken cevre etkenleri nasil hesaba katabiliriz? Etrafımızdaki butun "görecelik"leri fark etmek imkansiz dünya popülasyonunu göze alirsak örnegin. O zaman ne yapmalı? Benim kendi kendime gelistirdigim ufak bir yol var,ve beni su siralar cok mutlu ediyor. O yüzden paylasmak istedim.

Cok basit aslinda. Pozitif dusunuyorum ama abartmıyorum :)

Daha dogrusu baktim pozitif dusunme biraz cetrefilli bir is, ben de diger tarafa geciyorum ve "negatif düsünmeme"yi seciyorum. Cogunlukla notr bırakıyorum kendimi. En iyisi olacak, en guzeli olacak elbette, icimde her zaman "hayat güzel", "karsima da hep en güzel olasiliklar cikacak" cümleleri donuyor durmadan. (Herkesin dalgalanmaları vardır, önemli olan dalgalanmanın boyutu, seni asil senden ne kadar saptırdıgıdır ;) ) Boyle tanımlayınca pozitifi, yani pozitifi notre cekince, hersey bir anda acılıveriyor. Pozitifin her zaman sizi havaya ucuracak seyler olmadigini fark ediyorsunuz. Pozitifin bazen hayat tecrubesi anlamında pozitif oldugunu goruyorsunuz. Bazen cok ufak ,belki de belirlediginiz "nihai pozitif amaç" için -varsa eger- önemsiz görünen bir ayrıntıdan alacaginiz zevk de zaten tam bu noktada yatıyor. Pozitifligi ne kadar genis tanımlarsanız o kadar cok ayrıntı görüyorsunuz. Dünya kaotik, dinamik bir yapı. Ve hayat ayrıntılarda gizli aslında. İşte o "pozitif amaç koyma"nın, mesela pozitif dusunmeye "abartıp" kendinizi hep en yukarılarda gormenin, onu amaclamanin doguracagi, sizin farketmeyeceginiz ve gene sizin icin aslinda "negatif" olacak sonuclari olabiliyor. Ne gibi mesela? Mesela o göz ardı ettiginiz ayrıntıda gizlenecek mutluluk, memnuniyet parcaciklari gibi. Bir mutluluk parcacigini kacirmaktan daha "negatif" ne olabilir ki? Bu aslında suna benziyor: Bir is kadini dusunun,onun pozitifi basarisina odaklanmis. Otobusu ile isine giderken her sabah kendini dolgun ucretli saygı goren bir mevkide imgeliyor, onu yaratmaya calisiyor. O camdan bakarken günes isiklari birden bulutlarin arasindan cikiyor ve gökten dusen minicik su damlalarina carparak binbir renge ayrılıyor, gözkyüzünü boyuyorlar,sahane bir manzara, tüm canlilari hayran birakan bir manzara. Ama is kadinimiz kendi hayaliyle mesgul, kendi planlari, kendi gelecegiyle. Bugunku,o anki eglenceyi kaciriyor. Taptaze toprak kokusu doluyor aralık camdan iceri. O hissetmiyor. Tum algılar hayal etmeye odaklanmis. doganin sundugu mutlu etme potansiyelini acikca kucumsemek degil mi bu aldirmazlik? Peki niye? Kesinlikle hayal etmesin, biraksin, basari da neymis felan demiyorum, demek istedigim bu degil. Herkes kendisini mutlu edecek seyleri yaratmaya calismali elbette. Ama abartmadan :) Yasami kacirmadan. Pozitif dusunmeye calisirken kendine ket vurmadan, algına ket vurmadan. Farkında olacagim diye kasip tüm farkindaliklarini koreltmeden.

Evet, aslinda demek istedigim bu. Kasmamak gerek :)

Mesela aklıma simdi bir örnek daha geldi.

Olaylara pozitif bakmaya calisan birkac kisiden duydugum ve beni dusunmeye sevkeden cok basit cumlelerden biri: "Gülü seven dikenine katlanır. Pozitif bakmak lazım. Bu da hallolur" tarzı bir konusma. İyi de, katlanmak? Belli ki bir memnuniyetsizlik bir kabullenmeme var hala. O zaman "kabul etmiyorum" demek lazım. Pozitif dusunmek kadercilik degildir ki! Benim icin degil en azından. Ama su olabilir "Her dikenin orda olmasinin bir nedeni var." :) O zaman zaten katlanmak gibi benim tuylerimi diken diken edecek kadar "negatif" bir kelime de ortadan kalkıyor. Ama hersey gibi bunu da abartmamak gerek. Harekete gecmek gereken yerde "bunun da bir nedeni vardır elbet" demek de bazen "pozitif"ligi,pozitif secenekleri kacirmak demek oluyor. Kader bizim yarattigimiz bir sey. "Pozitiflik" de bunun icin var.

Aklıma geldi,paylasmak istedim. Bir sure once baktım, mutlulugu tanımlamis,kaliplara sokmusum, mutlulugu ararken hayati kacirmisim. Daha gec degil. Ben de mutluluk sinirlarimi olabildigince asagilara cektim :) Kaldirmak daha guzel olurdu elbet. Bakalım.

Bu yazıyı okuyan herkes, sevgi ve isikla kalin efendim! :)

Pazar, Mayıs 18, 2008

Garip Rastlantı

Dün internette Xealon için tarama yaptım, uydurma bir isim olduğu için aslında bir şey beklemiyordum. Ama bir baktım, bir kullanıcı adı olarak geçiyor, hem advagato'da hem de youtube'da.
İlginç.
Ya milyonda bir (belki daha da az ) ihtimal gerçekleşti ve anlamlı bir sözcüğü tutturdum,ya da daha ilginç olan gerçekleşti ve birisi daha benimle aynı sözcüğü uydurup kullanmaya başladı.
Velhasıl dil böyle böyle ortaya çıkıyor galiba :)

Xealon Günlükleri -- Bölüm: Buospota -- Rei Xen'de Tutuklama(1-2)

Rei Xen’de Tutuklanma

Krallık son yıllarda, yönetici grup kendi rahatlarından başka bir şey düşünmediği ve son derece tutucu ve içi boş bir kurallar dizisini Krallık’ın resmi felsefesi ilan ettikleri için, komşu sistemlerdeki gelişmelere ilgi göstermemiş,Krallık içinden gelen tepkiler de susturulmuştu. Bir yıl kadar önce toplanan Evrensel Barış Konseyi’nde Krallık’ın küçük görülmesi ve komşu sistemlerin artan saygınlıklarıyla ticari öncelikler kazanmaları Kral’ı huzursuz etmeseydi, her şey aynen devam edecekti. Kral, kendisine kan bağıyla bağlı yönetici grupta aslında kuralları koyan tek kişiydi. Bu yüzden etkilere çok açıktı, gücünü kaybetme korkusu ile de gittikçe paranoyaklaşıyordu. Kendisinden önceki kralların tarihinde onu tedirgin edecek bir olay olmasa bile, zamanın değiştiğinin az çok farkına varabiliyor ve çevresindekilerin eskiden çok umursamadıkları diğer sistemlerin artan gücünden dolayı ona ihanet edeceklerini düşünüyordu. Paranoyaklığı Krallık’ta casusların yakalanması ile daha da arttı. Eskiden önemsenmeyen bu ufak sistem, belli ki nüfusları da güçleri gibi hızla artan komşuları tarafından ideal bir sömürge olarak görülmeye başlanmıştı. Zayıftılar, savunmaları zayıftı, yönetim kabiliyetleri zayıftı. Krallık’ta yeni yeni ortaya çıkan tüccar grubu Kral’ın endişelerinden faydalanıp güçlenmeye başladılar. Ona diğer sistemler hakkında bilgi getirmek hatta gerekirse yeni teknolojiler hakkında bilgi aşırmak karşılığında hareketlerinde serbestlik kazandılar. Başlarına buyruk davranmaya başladılar. Bu sırada, Kral da bilim adamlarından güvendiklerini etrafında topluyor, onlardan ne yapmak gerektiğini öğrenmeye çalışıyordu. Ama kendi banazlığı, ve çevresinin tutuculuğu yine de gelişmeye engel oluyordu.

Thoux, dildeki ustalığı ve kurnazlığı sayesinde Kral’a en yakın bilim adamı haline gelmeyi başardı. Danışmanlarının hoşuna gitmese de Kral’ın aklına girip yeni projeler başlatmayı bile başardı. Elbette bunlar hiç kolay olmuyordu.Thoux’un aslında tek yaptığı Kral’ı çok iyi gözlemlemek, korkularını fark etmek ve onların üzerine gitmekti. Yine de ilerleme çok yavaştı. Zaman geçtikçe, Başgezegen Rei Xen’de, Krallık’ın güç kaybettiği daha çok konuşulur oldu. Kral’a güven azalıyor, yolsuzluk söylentileri artıyordu. Rei Xen hızla karışmaya, tam bir kaos ortamına sürüklenmeye başladı.

1.

Alrosthei Szowre beklediğinden iyi ağırlanıyordu Tuscan İdari Hapishanesi’nde.

Ortalık karışmaya başlayınca,Thoux ona Xealon’a dönmesinin iyi olacağını haber vermişti. Ama dönmeden önce yapması gereken son bir görev vardı. Alros, Thoux’un Rei Xen’deki sağ kolu ve Kral’ın yanında hızla parlamasının arkasında yatan en önemli sırdı. Rei Xen’de olan bitenleri ve Yönetici Grup’la ilgili tüm haberleri ona Alros iletiyordu. Alros ve Thoux kartlarını akıllıca oynamışlar, ve Alros’un Rei Xen’deki bilim çevresinde sözü geçen, ve yönetici grubun danışmanları üzerinde de etkisi olan bir isim olmasını sağlamışlardı. Alros, Thoux’dan son görevi ile ilgili mesajı aldığında, bunun hapishanede sonlanacağını anlamıştı ama yine de yapmıştı yapması gerekeni.

Thoux’un gönderdiği mesaj çok açıktı. Thoux, ondan Tuscan İletişim Akademisi’nde sadece konsey yetkililerinin girebildiği, Krallık Sinyal Protokolleri’nin de saklandığı Resmi Kütüphane’den Syrnaon klanı ile Threne ve Kreotia sistemleri için resmi bağlantı kodlarını ve 1 yıl öncesinden 4 ay öncesine kadar yapılan görüşmeler arasından bazı anahtar kelimeleri içerenleri kopyalamasını istiyordu. Alros içeri gizlice girmeyi ve kopyaları almayı başarmıştı.Ama tam Xealon’a gidecek gemiye binerken tutuklanmıştı.Alros neden tutuklandığını tahmin edebiliyordu. Kütüphaneye izinsiz girmesi Krallık Yasaları’na göre bir bilim insanını bile tutuklatabilecek kadar büyük bir suçtu. Ama izin alması da aylar sürecek bir bürokrasi zinciri demekti ve izin için geçerli bir nedeni olması gerekiyordu. Alros’un vakti yoktu,ve asıl nedeni doğrudan söylediğinde,zaten izin vermek yerine doğrudan hapis cezası verirlerdi. Bir bahane uydursa bile, kısa zamanda yetkilileri ikna edecek bir neden bulmak neredeyse imkansızdı. Thoux’un kendisi başvursa bile ihtimal çok düşüktü.Dolayısıyla kütüphaneye gizlice girmek ve yakalanma riskini göze almak gerekiyordu.

2.

Kütüphane oldukça eski bir yapı oluğu için ve daha önemlisi Krallık’a doğrudan ait olan tüm mülkler kutsal sayıldığı için binada detektör yoktu. Güvenliği aşmak da Alros gibi Rei Xen’de son derece popüler olan birisi için sorun olmamıştı. Rei Xen sokaklarında zeki ve karizmatik Alrosthei Szowre’nin tez çalışmasının Rei Xen’in aylardır içinde bulunduğu karışıklığı çözebileceği konuşuluyordu. Alros’un karizmasına söylentiler de eklenince,güvenlik biriminde çalışan tanıdıklarıyla iş çıkışı içki içerlerken kısa bir konuşma yapması yeterli olmuştu.

Alros, sohbet arasında her zamanki gibi tezi ile konu açıldığında, aklından planı uygulamaya başlamış ve önce, canını çok sıkan bir konu olduğunu söylemişti.


“Doğrusu, tezim çok büyük olasılıkla bir şeyleri değiştirebilir, gidişatı düzeltebilir. Ama birkaç gün önce bazı eksiklikler olduğunu fark ettim.Bu eksiklikler,tezimin etkili bir biçimde tamamlanmasına engel olacak ne yazık ki.”


Arkadaşları Alros’un son derece dertli görünmesi ve neredeyse tamamen dolu içki bardağını bir dikişte bitirmesi üzerine çok meraklanıp üzerine gitmişler,sorunun ne olduğunu anlatmasını istemişlerdi.


“Rei Xen’deki problemlerle ilgili birkaç çözümüm var tezimde. Ama açıkçası içlerinden sadece biri gerçekten etkili olacak. Ne yazık ki burada size anlatamam,biliyorsunuz hem şu gizlilik meseleleri hem de tezimi konferansta açıkladığımda kimsenin haberi olmamasını istiyorum. Anlarsınız.”


Arkadaşları tam anlamasalar da büyük politik oyunlar döndüğünü düşünüp kafa sallamışlardı.


“İşte o en etkili çözümde bir aksaklık var ne yazık ki. Çözümüm henüz yeterince kararlılık göstermiyor.”


Sonra masadakilerin anlamayacağından emin olduğu teknik bir dille problemi açıklıyor gibi konuşmuştu. Masada konudan anlayan biri olsa Alros’un ne kadar saçma sapan şeyler öne sürdüğünü hemen anlardı.


“Yani,sonuçta bu çözümü sunamam bu halde.”


Sonra durup,derin derin düşünüyormuş gibi boşluğa bakmıştı bir süre.


“Tabii o kitaba bir bakabilsem,problem hemen hallolacak ama…”


İç geçirip sustuğunda arkadaşları merakla devam etmesini istemişlerdi. Konu kitapsa, onlar da kütüphanede çalışıyorlardı, ve diğer kütüphanelerde de bir sürü insan tanıyorlardı.Belki bir yardımları olurdu.


“Ama ,yok, nasıl yardım edeceksiniz.Bu dediğim kitabın Krallık’ta tek kopyası var o da Resmi Kütüphane’de. İzin almak için aylar gerekiyor biliyorsunuz. Hem o dar kafalı bürokratları bilirsiniz,izin çıkmayabilir bile. Yok, benim o kadar vaktim yok. Çok yazık.”


Üzgün, ağlamaklı bakışlarını kısaca arkadaşları üzerinde gezdirdi. Arkadaşları yapabilecekleri bir şey olduğunun farkına varmışlardı ancak yardım etmeleri onlar için de Alros için de çok riskliydi.Yine de eğer bu kitap gerçekten bu kadar önemliyse, Rei Xen’deki problemin çözümünde gizli kahramanlar olabileceklerini düşünmek ve sıkıcı hayatlarında torunlarına anlatabilecekleri heyecanlı bir öykü olması fikri onları heyecanlandırmıştı.


Kısa bir tereddütten sonra Alros’un beklediği teklif geldi. Alros önce bu fedakarlığı kabul edemeyeceğini,çok duygulandığını ama bunun çok riskli olduğunu söyleyip reddetti. Bir yandan da arkadaşlarının cesaretini överek onarlı gizliden gizliye cesaretlendiriyor,ısrar etmelerini sağlıyordu. Sonunda zorla ikna olmuş gibi kabul etti. Sorunsuz işleyeceğini düşündükleri bir plan yaptılar.


Alros, akşam banyosundaki aynaya bakarken, gerçekten de dedikleri kadar usta ve karizmatik bir konuşmacı olduğunu düşündü. Vücudunu dikleştirdi, en karizmatik olduğunu düşündüğü yüz şeklini ve duruşu aynada tekrar etti. Sonra durup aynaya gülümsedi:


“Şu anda hiç olmadığın kadar aptal görünüyorsun Alrosthei Szowre!”


Göğsünü kabartmak için tuttuğu nefesini bıraktı ve kendi kendine gülerek ışığı söndürdü.

“Ama işe yarıyor.”


Yatağına giderken hem heyecanlıydı hem de korkuyordu.

LinkWithin

Related Posts with Thumbnails