Sayfalar

Perşembe, Kasım 19, 2009

Iki dünya

Bir dünya varmis,
Gökyüzünde kuslar asili dururmus.
Saat sevmezmis insanlari,
Ve cok konusmazlarmis.
Bu dünyada en ilginci
Her seyin bir zamani varmis.
Saatsiz insanlar
Zamani tanirlarmis.

Susarlarmis,
Uzun sureler cunku
Aslinda o kadar uzun degilmis.
Bir omur bile kisaymis.
Susarlarmis,
Kelimeler gereksizse
Anca havayi kirletirmis cunku.
Bakislari o kadar güzelmis ki
Zaman hediye olsun diye
Kelimelerin agirligini
Üzerlerinden almis.

Bir de bu dünya varmis.
Demisler ki hep
Gözümüzü kapatip
Duyulari kilitleyince
Solugu aldigimiz yer
Öbur dunyaymis.
Burada konusulamayanlarin agirligi
Orada susularak atilirmis.

Salı, Eylül 01, 2009

ES

Bakışlar biriktiriyorum
Yüzlerden kurtardığım.
Kimsesiz bakışlar.
Karanlıkta parlayan fosforlu izler gibi,
Derinlere sığmayan bakışlar.
Anlamsız yüzlerden koparıyorum,
Besliyorum, anlam veriyorum,
Kendi topraklarıma dikiyorum.
Oysa belki de hiç gereği yok.
Gözünü yumup yaşamak
Gözünü yumup uyumaktan daha kolay.
Dümdüz bir yol çizmek kendine
Dairelerin göbeğinden geçirip.
Belki de hep kestirmeler olay.
Oysa ben de sana kaçabilirim
Bir sen yaratıp kendimde.
O denli çoklu bakışlardayım.

Hiçbir hüzne her bir sevinci katmalı.
Güneşlerin yakıcılığından
Gölgelerin serinliğine akmalı.
Belki tüm bu özlemlerden
Daha basitleri var.
Ve ben belki kaçmayarak
Olmayana bağlanıyorum.
Hiçbir saniye aslında
Sandığımız gibi değil,
Bir gülücüğün saf huzurunda gizli
Gerçek formları saniyelerin:
Kavramlaşmamış ve tanımlanmamış,
İsimlendirilmemiş an taneleri.
Ve belki ben aradığım bakışlarda
Boşluğuma özlem görüyorum.

Üstelik ne zaman bir ses
O zaman bin yankı çığlık çığlığa.
KAranlıktan korkar gibi
O sessizlikten mi korkuyorum?
Bilinmezi mi merak ediyorum hücrelerimde?
Haybeye görünen an tanelerinde
Yüzlerden bakışlar topluyorum.
Susuyorum üstüne üstlük,
Kimse benim gibi görmüyor bu dünyayı.
Ve belki de,
Kimse benim kadar sevmiyor.

Perşembe, Ağustos 13, 2009

Buraların İkliminden...

Gülümsemek zamanı,
Gündüze olamıyorsa geceye.
Güneşin yoksa içini ısıtacak,
Seni yıkayan yağmura gülümsemek.

Yoksa ellerini avuçları arasında tutup
Sana konuşan gözlerle bakan,
Gülümsemek sadece kendine,
Varoluşunu kutlayarak.

Adak olurken usa,
Sana gölgelik verenin yoksa,
İçini yansıtmak
Varolmayan güneşlere inat.

Sonsuzluğa inanıp,
Sonluluğa güvenerek
Çoğaltmak umutları,
Sonsuza dek beyaz
Ve sonunda başlayacağını bilerek
Tek bir gül ile.

Bilge bir bülbülün
Sevineceği kadar saf,
Sorgusuz sualsiz sevmek
Güneşin olmadığı yerde
Bir gülün açma ihtimalini.

Çarşamba, Temmuz 15, 2009

Xealon Günlükleri -- Bölüm: Buospota -- Rei Xen'de Tutuklama(3-5)

Serinin onceki bolumleri :
Xealon Günlükleri -- Bölüm: Buospota -- Buluşma (1-2)
Xealon Günlükleri -- Bölüm: Buospota -- Buluşma (3-4)
Xealon Günlükleri -- Bölüm: Buospota -- Rei Xen'de Tutuklama(1-2)

3.Bağlantı
Krallık'ın baş gezegeni Rei Xen'in merkez şehri, Vier Set, sulak ve yeşil güney yarımküresinde, Doğu Denizi'nin kıyılarından çok az içerideydi. Burada halk özel kubbelerle çevrilmiş bölüm dışında özel bir maskeyle dolaşmak zorundaydı, çünkü güney yarımkürede adım atılan her yer aslında bir bakıma canlıydı, yüzey çeşit çeşit bitki ve böcekle kaynıyordu. Nitrat yağmurlarıyla beslenen ve sadece bu bölgeye has devasa bitkilerin saldığı gazlar, bu minik gezegenin güneyindeki çoğu yerde hatta denizin üstünde bile ince bir sisin hiç dağılamadan kalmasına neden oluyordu.

Rei Xen tüm Krallık'taki en yaşanılacak yer olmayabilirdi, aslında Choiree'nin üzerinde olduğu Yuthein gezegeni Rei Xen'den kat kat daha yaşanılabilir ve daha büyük bir gezegendi. Ama Rei Xen'de yaşanılabilir alanların azlığından dolayı bilinmeyen kontrol edilemeyen tek bir köşe bile yoktu. Ayrıca efsanelere göre Krallık'ı kuran insanların indiği ilk şehirdi burası. Somurgeci Gerite İmparatorluğu'nun işgal ettiği, yağmaladığı kendi gezegenlerinden kaçmış, ve saklanmak için burayı seçmişlerdi. Gezegenlerinden kaçırabildikleri silahlari ile kendilerini attiklari bu siginakta, zaten yavas yavas catirdayan İmparatorluğun çökmesini beklerken kendi yaşama alanlarını , katı dinlerini ve kültürlerini yaratmışlardı. İmparatorluğun çökmesiyle de yakınlardaki gezegenlere yavaş yavaş yayilmaya başlamislardi. İmparatorluk yakın bölgedeki tüm güçlü gezegenleri, birlikleri yerle bir etmişti, kaçan bir iki klan da ya Ghumaszlar gibi göçebe olmuşlar ya da İmparatorluk'un korkusundan savunmalarını geliştirmeye fırsat bulamadan dağılmışlardı. Rei Xen'e adını veren Rei-Zhuang'lar ise uzun zaman planladıkları kaçışları sırasında ve sonrasında ellerindeki silahları korumayı ve geliştirmeyi başarmışlardı. Rei-Zhuang'ların etraflarında minik gezegenlere yayılmaları bu yüzden hiç de zor olmadı. Kendi kültürlerini ve dinlerini ele geçirdikleri dağınık klanlara kabul ettirdiler ve dörtyuz yıllık Krallık'ın kurulma sürecini başlattılar.

Rei Xen'de Rei-Zhuang dini en saf ve en katı halini korusa da geçen zamanda diğer gezegenlerdeki inanış ve kültür yuzyillar icinde degisime ugramisti. Rei-Zhuang'lar dinleri Kateran'i, ozgurlukcu ve aydinlatici olarak tanimlasalar da sartsiz ozgurluk olarak tanimladiklari bireysel haklar sadece "erdemlilere" yani krallik hanedanina aitti. Aslinda ozgurluk anlayislari yonetilenler icin bir illuzyondan baska birsey degildi: Kral'a itaat etmenin insanin ruhunu ozgurlestirecegini, kayitsiz sartsiz inancin ruhu temizleyecegini anlatiyordu Kateran. Insan icinde karanligin tohumuyla dogardi ve ancak Kateran bu tohumu baskilayabilir, ruhtaki karanligin once bireyi sonra Krallik'i ele gecirmesinini engelleyebilirdi. Bebekler iki yasina kadar ruhsuz ve karanlik kabul edilirlerdi bu yuzden ruhun geldigi zaman bedenin hazir olmasi icin Krallik sakinleri bebekliklerinden itibaren kati ve hatta bazen vahsi Kateran rituellerinden gecmek zorundalardi. Bebekliklerinden itibaren beyinlerine kazinan bu kurallardan silkinmeleri elbette cok zordu ama basta Rei Xen olmak uzere pekcok gezegende, varolan yasam tarzindan memnun olduklari icin dini en saf haliyle uyguluyorlardi. Ama Ghumaszlar gibi bazi kabileler kendi geleneklerine tam tamina zit bu dine sonuna kadar direnmis hatta ufak ic savaslara kadar goturmuslerdi bu direnislerini. Krallik gocebelere deger vermiyordu, onlarin dinsiz sayilmasi da Krallik'in geri kalanina otorite saglamakta sorun cikarmayacakti, hatta bu sayede Ghumasz'lar Kateran etkisindeki halk tarafindan her zaman dislanmis ve asagilanmisti. Ghumaszlarin bir kisminin yerlesik hayata gecmesi Kral'lari endiselendirmeye baslasa da Io-Ghumasz'larin birgun kendilerine tehdit edecek kadar guclenemeyeceklerini ve hayatta kalmak icin onlarin korumasina ihtiyac duyduklarini dusunuyorlardi. Bu yuzden, Io-Ghumasz'lardan Thoux ve Yanniz gibi etki alanlari genis isimler ciksa da onlari kucuk gormeye devam etmis ve hanedan ici komplolara daha fazla onem vermislerdi.

Kateran'in yazilmamis yasalari olusturdugu Krallik'ta en guclu kisi de dini elinde tutan Pholem'lerdi. Pholem'ler, kendilerinden onceki Pholem'lerin ruhlarina bakmasiyla seçilen ve ozel egitimlerini ve zorlu rituelleri basariyla tamamlamis prenseslerdi. Onlar Kral'ın dahi çekineceği büyücülerdi. Kateran'in en saf haline zorlu egitimlerinden sonra vardiklari ve boylece sonsuz bir icgoru kazandiklari soylenirdi. Elbette bunun dogrulugunu kanitlayabilecek hicbir sey yoktu, cunku Pholem'leri gormek hatta onlar hakkinda konusmak dahi yasakti. Buospota'nın getirdiği Yeni Düzen'den ellialtı yıl önce gerçekleşen Syrnaon saldırısına kadar politikayla hiç ilgilenmiyormuş gibi görünüp, konumlarının sessiz ve pasif bir dini liderlik olduğu izlenimini vermislerdi Pholem'ler - sırf Krallık'a değil, Krallık'ı zengin kaynaklarından dolayı ağızları sulanarak izleyen sinsi komşularına da.

Durumun farkında olan çok az kişi vardı. Yaklaşan tehlikenin, kaosun farkında olan çok az insan vardı. Bunların en önemlisi de kuşkusuz Kulrth'di. Unlu tarih arastirmalarinin cok az kişiye açıkladığı cekirdeginde Krallik'in yakin gelecegine dair dort senaryo ve bunlarin da temelinde yatan Sessizlik Kurami vardi. Bu kaosun nasıl sonlanabileceğini adim adim goruyor ve acikliyordu Kulrth. Elbette bunda Thoux ve Alrosthei'ın da katkıları büyüktü. Ve elbette bu yüzden Buospota'nın getirdiği Yeni Düzen, onun öngörüleri olmasaydı sadece imkansız bir hayal olarak kalabilirdi.

4.
Krallık'ın çift güneşleri Vier Set'in kubbeleri üzerinden batarken Tia-tia-chen tapınağının köşesinde siyahlar içinde bir figür belirdi. Tapınak, içiçe halkalar şeklinde inşa edilmiş surlarla kaplı şehrin ancak özel izinlerle girilebilen merkeze yakın üç halkasının en dışta olanında, Thimu kapısının hemen yanındaydı. İçteki bölümlerde yaşayan çok az kişi vardı, ve bunların hemen hepsi de ya son hanedan Rei-Zhuang-Mie'yle üçüncü yada daha fazla derecelerden kan bağı olan kişilerdi ya da özel izinle orada bulunan ziyaretçiler ve Krallık bürokratlarıydı. Krallık'ın üst kadro bürokratları ve ikinci dereceden hanedan üyeleri en iç iki halkanın arasında kalan bölümdeki evlerde yaşarlardı. Merkezde ise kendi başına tüm şehrin onda biri büyüklüğündeki Chala-Set sarayı vardı. Kral, Pholem, birinci dereceden tüm hanedan üyeleri bu sarayda hizmetkarlarıyla birlikte yaşıyorlardı.

Şehrin en iç üç bölümünde devlete ve Pholem'lere ait tüm yapılar kutsal sayılırdı ve buradaki tüm tapınaklar doğrudan ve sadece Pholem'e aitti. Kral dahi Bas Pholem'in izni olmaksızın bu tapınaklara adım atamazdı. Tia-tia-chen ise bu bölgedeki en görkemli, en güzel tapınaktı.

Devasa tapınağın basamaklarindaki heykellerden biri gibi duran siyah figür ortalığın daha da kararması ve şehri saran kubbenin parlayarak şehri Choiree'inin ayları gibi aydınlatmasıyla hareketlendi. Dikkat çekmeden ara sokaklardan ilerleyerek bir sonraki kapı Theru'ya geldi. Kapıdaki bekçiler kartını kontrol ettikten sonra geçmesi için işaret ettiler. Ardından en az Tia-tia-chen kadar görkemli olan iç surun granit kapısı yavaş yavaş kapanmaya başladı. Kapı yarın gün doğarken açılana kadar kimse içeriye giremez yada dışarıya çıkamazdı.

Şehrin bu kısmı, yada dıştaki halkalarda yaşayanların deyimiyle "Titu* Evleri" Kral'ın üst düzey bürokrat sayısını azaltması, çoğunu kovması, öldürtmesi ve çoğu yakın akrabasını da sürmesi nedeniyle neredeyse hayalet bir kasaba görünümdeydi. Bir zamanlar KRallık'ın en zenginlerinin yaşadığı her halinden belli olan görkemli evlerin arasından siluet, yavaş yavaş Resmi Kütüphane'nin arka kapısına doğru ilerledi. İlerlerken de on yil oncesine kadar tituları ile dolup taşan bu sokaklara son Kral paranoyak Zhuan-Ta ile yerlesmiş korkuyu ve nedenlerini düşünüyordu. Dairenin merkezine doğru bencillik ve körlük artıyor olmalı diye düşündü kendi kendine. İktidardakiler ve onların çevresindekiler nasıl bu kadar kör ve bilinçsiz olabilirdi? Onlar kim kime üstün olacak yarışındalarken komşu sistemler bir ikora* kaplanı gibi Krallık'a saldırmak için fırsat kolluyorlardı.

Siluet bu bölgedeki en eski ve yıkık dökük evin önüne gelince durdu. İleride Kütüphane'nin arka kapısı artık çok net seçiliyordu. Siluet evin yıkık kapısının gölgesine doğru çekildi ve evin bahçesine doğru baktı. Burası eskiden Krallık'ın en saygın adamlarından biri olan, diğer sistemlere de zekası ve teorileri ile ün salmış matematikçi Esere Yanniz'e aitti. Kral'in bas egitim danismani olan Yanniz, gecen sene Krallik'in en uzak ucundaki Barakk'ta cikan ve bir katliamla sonuclanan isyanda Barakk'in yaninda yer almis, oradaki halkin agir vergiler altinda cok fakirlestigini, ozerklik taninan tuccarlarin halka urettigi madenler icin degerinin cok altinda odeme yaptigini, bu yuzden de tuccarlarin tuttugu ajanlarin onlari devlete karsi kolayca kiskirttigini yani asil sorunun tuccarlar oldugunu anlatmaya calismis ama Kral, tuccarlarin besledigi dalkavuklarini dinlemis ve Barakk'larin neredeyse kokunu kazidiktan sonra isyani cikartan kisi olarak da Yanniz'i ilan etmis ve oldurtmustu. Bir sene icerisinde bosalan madenlere ve tarim alanlarina tuccarlar minik koloniler kurmus ve Barakk'larin guya toz duman ettigi yerleri onarma bahanesiyle vergi odemeden buralari somurmeye baslamislardi. Kara siluet, Rei Xen'de tanik oldugu yobazliga, acgozluluge ve vahsilige bir kez daha lanet okudu ve altın kaplaması soyulan kapıya koydu sağ elini. Sonra kaybedilen eski bir dostu andığını göstermek için sol yumruğunun tersini önce kalbine sonra alnına vurdu.

"Seni unutmayacağım eski dostum. Ailen güvende. Karanlık uzayda ruhun yıldız tozu gibi parlasın, seni unutmayacağım. " diye mırıldandı siluet.

Kapının gölgesinden çıkıp sessiz kütüphaneye doğru ilerlerken sol yumruğu hala sıkılıydı. Kütüphaneye yaklaştığında kendi kendine "Ikiz guneslerin alevi bizimle olsun, intikamın alınacak" diye mırıldandı. Sessizce bekçi kulubesine yaklaştı, etrafa çabucak bir göz gezdirdi ve içeri süzüldü.

5.
Bu derin siyah gölge Alrosthei'dan baskaşı değildi. Bekçilerden biri onun içeri girdiğini görünce hiç konuşmadan yerinden kalktı ve yabancıya masanın altındaki bir mikrofonu işaret etti. Diğer bekçi bilgisayar ekranlarından birinden akan garip işaretlerle dolu iki satırı kontrol ediyor ve içlerinde farklı olanları yüksek sesle söylüyordu. Mikrofon ana kapıdaki bekçi kulübesine farklılıkları yani kütüphanenin resmi ilan bölümünde yerleri değiştirilen bazı dosyaları iletiyordu. Alrosthei hiç ses çıkarmadan diğer bekçiyi kulübenin arkasına doğru izledi. Kulübenin arkasındaki bir kapıdan geçip dik merdivenlerden aşağıya doğru inmeye başladılar. Bu merdivenler sadece bekçilerin kontrol turları için kullandıkları bir koridora açılıyordu. Bu saatte koridorda hiç kimse dolanmıyordu, yani Alrosthei buradan iç koridorlara geçene kadar kimseyle karşılaşmayacaktı. İç koridorlar, Resmi Kütüphane'nin tam altındaydılar ve binanın içinde yer aldıkları ve bina da bu bölgedeki Krallık'a ve Pholem'e ait her yapı gibi kutsal sayıldığı için hiçbir ileri teknoloji güvenlik sistemiyle korunmuyorlardı. İç koridorlarda dövüş sanatlarında uzmanlaşmış bir grup koruma dolanıp duruyordu. Bu iç koridorlar, üst katlardaki kütüphaneye geçmek için tek yoldu. Korumaların binanın üst katlarına çıkması ve silah taşımaları da yasaktı. Yani aslında bir kez kendini koruyabileceği bir silahla içeri girdi mi, herhangi biri kolaylıkla bu iç koridorlardan üst katlara geçebilir ve rahatça dolaşabilirdi. Ama Alrosthei içeri girmesinde ona yardım eden bekçilere sorun çıkarmamak için yanına içbir silah almamıştı. Silahlı olması, ona gerçek amacını bilmeden yardım eden bekçilerin şüphelenmesine yol açabilirdi. Bekçiler onun silahlı olmasına aldırmasa dahi, korumalardan biriyle karşılaşması halinde silahı kullanması, hatta silahlı yada silahsız bu fanatik Krallık korumalarından birine görünmesi onun girişinden sorumlu tutulacak bekçilerin ölüm cezası almasına neden olabilirdi.

Arkadaşları ona hangi saatlerde hangi korumanın hangi koridorda olacağını söylemişlerdi. Böylece Alrosthei tehlikesizce koridorlardan geçebilecekti. Her korumanın sadece dış bekçilerin bildiği ve her gün değişen belirli bir kontrol patikası vardı. Labirenti andıran iç koridorlarda kendilerine ait kesişmeyen yollarda kendilerine söylenen hızlarda ilerliyor, ve saat başı rapor veriyorlardi. Bunu pekala robotlar da yapabilirdi ama Krallık robotlara bu özel yetiştirilmiş, beyinleri yeniden programlanmış korumalar kadar güvenmiyordu.

Alrosthei başıyla teşekkür ettiğini anlatan bir işare yaptı ve bekçi gözden kayboldu. Tam 48 dakika sonra bekçi bu kapıyı tekrar açacaktı. Bundan on dakika kadar sonra da bölgedeki kutsal binaları iki saate bir yaptıkları turlarla kontrol eden korumalar bekçi kulübesine geleceklerdi ve sonra da arkadaşları yerlerini gece bekçilerine bırakacaklardı. Hiç bir aksilik olmamalı ve bu devasa kütüphanede ne istediğini bir an önce bulup kopyalayıp geri dönmeliydi. Yoksa arkadaşları yirmi saat sonra geri gelene kadar kimseye yakalanmadan kütüphanede beklemesi gerekecekti.

Derin bir nefes alıp koridorda kendisine tarif edilen yolda ilerlemeye başladı.

Alrosthei'ın kemerindeki saat geriye doğru sayarken, onun dostunu andığı kapının önünde bir karaltı belirdi. Karaltı uçuyor gibi ilerliyordu sokakta, çok hızlı ve çok sessiz. Bekçi kulübesinin tam karşısına geldiğinde karaltı durdu ve iki tane kırmızı göz belirdi. Karanlıkta ancak hareket ettiğinde farkedilebilecek bu garip yaratık, Syrnaon tiranlarinin verdigi komutlarla uzun zamandır Alrosthei'yı izliyordu. Yaratık yolun karşısına doğru süzüldü ve gölgeler içinde gizlenmeye başladı. Bu sefer avını kaçırmayacaktı.

*Titu, Vier Set agzinda zuppe demektir.
*İkora kaplanı iki ayağı üzerinde yükseldiğinde üç insan boyuna ulaşabilen, metalik bir zırhı andıran sert gri bir derisi olan ve cüssesinden tahmin edilemeyecek kadar yüksek bir hıza sahip bir kaplandır. Krallık'ta bilinen en büyük vahşi hayvandır, sadece Rei Xen'de görülür. Genellikle pusu kurarak saldırır. Acıkmadığı zaman da zevk için avlanır ama acıktığı zaman kırmızıya dönüşen derisinden çıkan dikenler, irileşen ve hassaslaşan gözleri, artan hızı ve ayaklarından çıkan sivri pençeleriyle bölgenin en korkunç canavarına dönüşür.

Cuma, Haziran 26, 2009

MJ Anısına...

Normalde her sabah kahvaltımı yaparken, ya da en azından ofise gelir gelmez, internetten gazetelere göz atarım.

Bugün yapmadim, vaktim olmadı. Arkadaştan M.Jackson'ı kaybettiğimizi duydum. Bilemiyorum gazeteyi okumamış olmam iyi mi oldu kötü mü oldu. Sanki haberini daha önce alsaydım diye düşündüm yine de. Nedensiz. Sanki daha önce ögrensem değiştirebilirmişim gibi gerçeği.

Çok üzgünüm. Tarif edemem.

MJ benim çocukluğumdu, gençliğimdi. Hala kafam bozulduğunda, kendimi uzaylı gibi hissettiğimde açarım Ghosts'un video klibini. Hiç sıkılmadan izlerim. (En altta ekliyorum, 40 dakikanız olduğunda arkanıza yaslanın, izleyin, izletin!) Her zaman konser kayıtlarını izlemek inanılmaz büyük bir zevktir. Hatta MJ rituellerim vardır, bazı geceler onun gecesidir. Çok ciddiyim, söndürürüm ışıkları. Mumlarımı yakarım ve tüm videolarını baştan sona izlerim arşivden.

Bazı sanatçılar vardır ya, ölemezler, ölümü yakıştırmazsınız. Her ne kadar sağlığının çok bozulduğu, maddi ve manevi sorunlardan dolayı çok yıprandığı, çok yıpratıldığı herkesce bilinse de MJ da ölüme yakışmıyordu.

İnanamadım. Evet, bir yıldız kaydı en klişe deyimiyle.

O yıldız şimdi Sinatra'nın, Elvis'in yanında. Asla yeri dolmayacak, asla ikincisi gelmeyecek insanlar bunlar. Tüm dünyaya mal olabilmiş, müziğin evrenselliğinin kanıtı, müzik ikonları bunlar.

Ve ben, bu efsaneye tanık olan nesilde olmaktan çok mutluyum. Bu efsaneyle büyüdügüm için çok şanslıyım.

Beni daha da üzen gazetelerde hala ölümünden çok magazin haberlerinin dolaşıyor olması.

Kime ne müslüman olduysa!

Onun hakkında atılan iddialara inanmadım hiçbir zaman. İnanamadım. Hep etrafındaki insanlardan dedim, onu görünce gözünde dolarlar parlayan insanlardan. Her iddiadan aklandığında da şaşırmadım bu yüzden. Ama insanlar skandalı severler, insanlar çamur atmayı severler. İnsanlar hiçbir şeyin saf kalmasına izin vermezler.

Beni hiç rahatsız etmedi ten rengini değiştirmesi, ameliyatları. Kendi seçimi kendi hayatıydı. Beni müziği ilgilendirdi, beni yarattıkları ilgilendirdi. Sessizliğini, üzerine gelindikçe yine de sessizliğini korumasını, inzivaya çekilmesini saygıyla karşıladım hep.

Çok yıpratıldı, çok erkendi onu yitirmek için. Daha vereceği konserler vardı, dansedecekti, büyüleyecekti yine ve yine. Ama belki şimdi huzurludur, en sonunda.

Bugünüm ve her sene 26 Haziran'da, sadece ve sadece o var sadece o dinlenecek evimde. 1 Şubat'ın Barış'a adandığı gibi. Çocukluğuma sahip çıkmak, o yılları yad etmek, o tadı o kokuyu yeniden hissetmek için.


Aşağıda anısına birkaç video ve resim bulabilirsiniz.




























Cuma, Mart 13, 2009

Teori Nedir, Ne Değildir?

Gündemde TÜBİTAK sansürü ve Evrim Teorisi olunca, "Bu bir teori sadece" yaklaşımıyla evrimin geçersizliğini ilan etmeye çalışanları gene her gün duyar olduk.

İşin en kötü yanı da, bu insanların açıkça teorinin ne olduğunu bilmemeleri. Bu insanların hayatları boyunca bilimsel hiçbir şeyi açıp okumamış oldukları aşikardır ve elbette okumayı sevmeyen bir insanın kulağına ne fısıldarsanız ona inanır.

Bilimsel olsun olmasın bir konu üzerinde tartışma yetisini ve üstüne üstlük tartışılan konuyu çürütme yetisini kendinde gören insan, en başta o konuya hakim olmalıdır. Oysa söz konusu olan şey bilimse, herkes atıp tutar. Herkes bir anda bilim insanı kesilebilir. Gazetelerde bir iki haber okumuş olmak yeterlidir bunun için. (Bunun en büyük nedeni de bilimin halka yeterince inememesidir ki bu apayrı bir tartışma konusudur.)

Gene aynı noktaya geliyoruz. Bilim eğitiminin ortaokul lise çağlarından itibaren üstünkörü gittiği bir ülkedeyiz.

Burada önemli olan şey şu: Hakkında bu kadar çok atıp tuttuğumuz TEORİ aslında ne demek? Kaçımız bunu biliyor?

İlk düşünülen cevap büyük olasılıkla "bir olguyu açıklamak için öne sürülmüş ancak hakkında yeterince kanıt bulunamamış, kanun olamamış fikirler bütünü". Eğer bunun Teori olduğunu düşünüyorsanız, size tavsiyem bilimsel bir teori hakkındaki tartışmalara katılmadan önce bir kez daha düşünün: Çünkü tanımladığınız şey HİPOTEZe daha yakındır.

Peki Teori'nin tam tanımı nedir? "Zaman içinde defalarca test edilmiş, fakat hiç yanlış çıktığı görülmemiş, öngörülerinde doğru çıkmış hipoteze teori (kuram) denir." Örnekler Newton'un "yerçekimi teorisi", elektroniğin temelindeki "elektromanyetik teorisi" ...

Kanun nedir? Kanun "bir olgunun genelgeçer anlamda tanımlanmasıdır". Ancak bu kanunun değişmez olduğu anlamına gelmez. Kanun çok basit şekilde açıklanmış, ve kapsamı bir teorinin kapsamından çok daha kısıtlı olan bir prensiptir. Temelde kanun detaylı açıklamalara girişmez, varolan bir olguyu "tanımlar" denmesinin nedeni de budur. Teoriler varolan bu kanunların etrafında şekillenebilir, kanunların sunduğu tanımlardan yararlanarak onları geliştirir ve daha geniş ve ayrıntılı açıklamalar sunar. Teori bu yüzden kanunlara göre daha komplekstir, incelediği alan daha geniştir ve "açıklayandır" diyebiliriz. İlk aklıma gelen örnek mesela ideal gaz kanunu. PV =nRT formülü ÖSSden pek çoğunuza tanıdık gelecektir. Bu formül doğada varolan bir olguyu bize tanımlamaktadır ve bu formül örneğin kinetik teorisi ile açıklanabilir, kanıtlanabilir.

Kısaca kanunlar, tanımlayan prensiplerdir ve teoriler de olgulara getirilen detaylı, geniş kapsamlı ve doğruluğu kanıtlanmış açıklamalardır diyebiliriz.

Yani bir teori kanıtlandıktan sonra kanun haline geçmez!!!Teori zaten kanıtlanmıştır. Teorinin kanuna dönüşmesi de bize ortaokul ve lisede öğretilen kocaman yalanlardan biridir. Teori ve kanun, bir olguyu bilimsel metotlarla açıklama girişimlerinde başarılı olan girişimlerin vardığı son noktadır. Kanunun kemikleşmiş bir teori olduğunu iddia etmek zaten bilimsel metotun kendisine ters düşmektedir: Eğer bir olguyu açıklayan bir böylesine kemikleşmiş bir "kanun" bulmuşsanız, o konuda açıklamaya değer bir şey kalmamış demektir. Oysa ki bu bilimin evrimi ve devinimi düşünüldüğünde olasılık dışıdır. Örneğin: Newton "Kanun"ları Einstein'in Görelilik "Teori"si sayesinde eskiden açıkladığı düşünülen pek çok konuda geçersiz kalmıştır. Ama bunun nedeni Kanunun yıkılması değildir,Newton'un sunduğu tanımların, prensiplerin kullanılmasıyla inşa edilen Genel Gravitasyon Teorisi eski kanunların geçerlilik alanını değiştirmiştir.

Burada internette dolaşırken bulduğum bir çalışmadan örnek vermek istiyorum:

Çalışma için : http://yayim.meb.gov.tr/dergiler/166/orta3-yalcin.htm

Dolayısıyla, Evrim teorisine geri dönersek : Evrim Bir Teoridir ve bu yüzden kanıtlanmıştır, geçerliliği sürekli kanıtlarla desteklenmiştir ve desteklenmeye de devam etmektedir. Evrimin geniş kapsamı ve barındırdığı çeşitlilk, ve aslında ana düşüncenin de bu çeşitliliğe dayanması sebebiyle kanunlar, tanımlar beklemek henüz çok mantıklı değildir. Ancak evrim teorisi genetikten fiziğe ve kimyaya pek çok bilim dalının kanunlarından beslenmektedir. Evrimin kendi kanunlarını oluşturması için vakit gerekmektedir çünkü daha önce de dediğimiz gibi evrim teorisinin çalışma alanı bir kanuna kıyasla çok daha geniş ve komplekstir. Diğer bilim dallarına kıyasla çok gençtir. Ama bütün bunlar geçerliliğinden hiçbir şey kaybettirmektedir.

Evrim Teorisi hakkında GERÇEKTEN yeterli kadar bilgisi olan herkes, evrimin "genel" bir formül ile açıklanamayacak kadar karmaşık olduğunu da bilir. En başta, evrim teorisi pek çok kola ayrılmıştır, bu kolların pek çok dalları vardır ve bu dalların bir kısmında (örn. nonlineer dinamikleri kullanarak) belli tanımlar ve formülasyonlar yapmak mümkün olsa bile bütünüyle bir YASA, genelgeçer bir tanım getirmek İMKANSIZDIR. Ama bu imkansızlık Evrim Teorisi'nin kanıtlanamamasından dolayı değildir. Adı üstünde Evrim çoktan bir TEORİ olmuştur, çünkü şu ana sürekli olarak destekleyecek kanıtlar bulunmuştur ve evrim son derece sağlam bir teoridir. Bunu arkadaş arasındaki tartışmalarda "Teori bunlar, yok öyle birşey" şeklinde çürütmeye çalışmak da sözlerin sahibi kişinin kendisini komik ve acınası bir duruma düşürmesinden başka bir işe yaramaz.

Evrim teorisine şu anki karşı çıkısların nedeni ile yüzyıllar önce dünyanın dikdörtgen bir tepsi sanılması ve bu yüzden de dünyanın yuvarlak olduğuna karşı çıkılması arasında da hiçbir fark göremiyorum. Hatta ikisinin de temelinde yine aynı kemikleşmiş inançları ve bu inançların değişmesinden korkan, değişmemesinden de çıkarı olan insanları görüyorum. Bilimsel bir olgu olan evrim ne dini inançlarla çürütülebilir ne de çeşitli -izmlerle örtüştürülebilir. Bilim ve din, bilimsel düşünce ve inanç birbirinden bağımsız varolur ve birbiriyle çatışmak zorunda "değildir".

Sonuç olarak, eğer bu yazıyı okuyan ve evrim teorisinin teori olmasından ötürü saçmalıktan ibaret olduğunu iddia edenler varsa bir kaç uyarım olabilir :

Teori nedir tam olarak öğrenmeden, bilimsel düşünce şeklini tam olarak hazmetmeden bu tip tartışmalara girerek elde edeceğiniz tek şey düşüncelerinize saygı duyulmaması ve tartıştığınız konuda bir bilginiz olmadığı açığa çıkacağı için de "bilgisizliğini laf salatasıyla örten insan" damgası yemeniz olur.

Ayrıca Evrim Teorisi Darwin'den ibaret değildir. Darwin'in teorinin gelişimine çok büyük katkısı olmuştur, ama kendisi ne evrim teorisini araştırmış tek bilim adamı ne de teorinin babasıdır.

Okuyun. Öğrenin. Elbette kulaktan dolma bilgilerle oraya buraya saldırmak daha kolay ve günlük hayatta isterseniz de buna devam edin. Ama saldırmaya çalıştığınız şey bilim ise, bilimsel düşünce ile inancın arasındaki en büyük farkın sorgulamak ve kanıtlamaya çalışmak olduğunu, bunun içinde en azından öğrenmek için bir çaba içinde olmanız gerektiğini unutmayın. Aksi takdirde sözleriniz hiçbir anlam ifade etmeyecektir.

(aşağıda tüm anlattıklarımı ufak bir şemayla özetlemeye çalıştım. Umarım olmuştur.)

Çarşamba, Şubat 25, 2009

Sözde Özne'nin Normal Hali

III.

Normal nedir derim hep. Üstelik tek ben de demem. Bir-ben-var-benden-daha-ben-bazen, o da çok der bunu.

Neye normal denir? Bize niye anormal denir? Bize anormal mi denir? O zaman a-normal nedir? Başa dön: normal nedir?

Sabah ve akşam bir uydu gibi döndüğüm bir yörünge var. Yörüngenin sabah kısmının (M noktasından B noktasına en kısa gidiş) sonlarına doğru yol üstündeki ikinci kavşak gelir karşıma. Ayılmadan çıktığım günlerden biri ve cebimde bozukluk varsa, sol elimde az şekerli koyu kahve vardır. Kulağımda mp3-çalarım, o noktaya geldiğimde ya "People are strange" diyordur ya da "Where is my mind?". Mp3-çalarım bozuk, koyduğum şarkı sırasını da ben yapmadım ama hep aynı sıra çalıyor. O yüzden de yolda ne kadar oyalandığıma bağlı olarak o kavşağa geldiğimde bu ikisinden biri çalıyor. Bir de saat 10 olmadan vardıysam kavşağa ve hava hafif bulutluysa (havanın bu mevsimde, o saatte, bu şehirde berrak olma ihtimali gökten saksı yağma ihtimali kadar dersiniz. Denir evet, genellikle. Normalde demeyeceğim. Genellikle de değil aslında. Çünkü ben kaç kere denk geldim.) , hava hafif bulutluysa diyorduk, güneş çok ilginç bir renge bürünüyor ve benim karşıya geçmek için beklediğim yere gözleri kör edici bir şekilde sırıtıveriyor. Gözüme giren bu güzel, sıcacık güneş, kulağımdaki melodi, elimdeki kahve derken bendenizde gevşek bir gülümseme beliriyor. Bunu takiben de karşı kaldırımda birileri varsa, yüzlerinin bir anda bana kitlendiğini farkediyorum. Gülümseme yayılıyor.

Niye bu kadar tarif ettim? Normalin tanımını yaptığımı düşündüğüm anı hayal edebilin diye.

Yukarıdaki gibi bir gün, kahve, müzik, ışıklar ve güneş... İşte orada! Cevap. Normali buldum.

Buldum da...

Devam etmeden ne bulduğumu söyleyeyim.Hatta ondan önce de belirteyim : Ben matematikçi değilim! Yaptığım önermelerde ve QED kısayollarında sorun olabilir. Onarması için bir karabatak bulunur diye umuyorum.

Kendi çapımda uygulayabileceğim bir tanım bu: Normal bir durumun en çok tekrarlanan haline denir. Yani "basit" istatiksel olan normali hayata oturtuverdim (Lütfen bana Poisson Gauss demeyin şu noktada, yazının sonunda diyebilirsiniz.) .Zaten tanım buydu diyecekseniz. Hayal kırıklığına uğradınız belki. Belki diyorsunuz bu kadar tantana bunu için miydi? O zaman durun bir daha düşünün nelere normal dediğinizi. Normalin tanımı sosyal konulara gelince kağıt üstünde durduğu gibi durmuyor. Normalimiz -kişisel özellikleri geçtim- yetiştiğimiz ülkeye, yetişme şartlarımıza, eğitim durumumuza ve güncel konulara göre değişiklik gösteriyor. Bir standardımız yok normal için. Hatta bana öyle geliyor ki neyi görmek, duymak, yaşamak istiyorsak ona normal diyoruz. Olur mu? Olmaz, benim için en azından. Elbette normalin tanımından sonra normalin dışı, içi gibi konular da gündeme gelir. Sonra bizim ikili-düşünce-sistemine şartlanmış aklımız alışkanlıkla yapıştırıverir: normal = iyi, anormal = kötü. Orada durunuz, bunlar yalan, bildiklerinizi unutunuz, reset atınız. Ve ben burada kendimce normali tanımladıktan sonra da lütfen iyi-kötü gibi sınıflandırmalara girmeyiniz, gerek yok.

Geri gidelim tanıma: Güzel, dimi? Güzel geliyor kulağa. Niye? Çünkü basit, bilinen ek araçları var ileri analizler için ve içinde esnek bir kesinlik barındırıyor (Bu deyişi çok seviyorum!).

Normal bir durum için... Ama mesela biraz genişletirsek, olay uzayı olarak belli bir insan topluluğunu, durum olarak bir insan tipini seçersek, normal bir insan, baz alınan toplulukta en çok görünen insan tipine denir. (Burada tanımda hafif bir hava kaçırma oluyor, insan tipi kavramını statik değil!) Bunun gibi gidebilir sanki...

Hah, tam bu noktada, "sanki" der demez suratımdaki gülücük kayboluyor. Göttingen'deyim. Burası itinayla seçilen bir olay uzayı. Rasgelelik neredeyse yok gibi görünüyor ama seçinilen numuneler öyle bir numune ki, o kadar kararsızlar ki, o kadar her an herşey olabilir ki...

En çok tekrarlanan örnek için normal dedik ve uzayımız ne kadar rasgele seçilmişse o kadar güzel diyebilirsiniz ama rasgeleliliği arttırdıkça standard sapmalar felan da artıyor. Üstelik görünürde o kadar da rasgele olmayan ama derinlere indikçe rasgelenin en rast gelmişinden bir uzaydan bahsediyoruz.

Hadi bakalım, tanımımız patladı. Sırf insan tipi değil. Hani insanları tanımlamayı çoktan geçtim. Ama burada o kadar çok şey yaşadım ki : "Hadi be, olma ihtimali çok düşük" dediğim. İlk senenin sonunda iki cümleden ve bir kavramdan çoktan vazgeçmiştim bile: "Bunun olma olasılığı çok düşük.", "Bu da deli!" ve kavram olarak da ... ta-ta-ta-taaaaaam : NORMAL! Peki vazgeçtin de niye tekrar aranıyorsun derseniz: yakın zamanda lazım oldu.

Yani durumumuz: "Hadi buyur burdan yak" ve sözde bir özne olmayı seven sessiz bir kişilik olarak da sanal bir tartışma başlatıyorum, buyrun bana normali tanımlayın, ikna edin beni.

Önceden uyarayım, burada ayrıntıya girmedim ama evet, olasılık dağılımları üzerinde de az buçuk kafa patlattım :) Ayrıntıya girmiyorum ve kendimi tartışmalara saklıyorum. Tartışa tartışa açılalım efendim.

Sözde Özne

I.
Söz örterse Sus'u,
Sus Göz'de.
Sus örterse Söz'ü,
Söz Göz'de.
Sen örtersen Göz'ü,
Ben sözde.

II.
Eliniz incinir. Sararsınız. Bazen o sargı çok sıkı gelir. Ama farketmezsiniz. Hani rahatsız etmeyen bir sıkılıktır o. Her yere hala kan gitmektedir. Ama deri pek nefes alamaz sanki. Öyle düşünürsünüz. Ama o hafif uyuşukluk hissi de hoşunuza gider.
Elinizi tekrar kullanabileceğinizi farkettiğinizde, açarsınız sargıyı. Uzun zamandır hareket etmemiş olmanın verdiği bir şaşkınlık vardır elinizde. Daha doğrusu sizde, çünkü eliniz söz dinlemez. Açmaya çalışırken bir bebek gibi izlersiniz elinizi, nasıl hareket ediyor diye. O sırada farkedersiniz, sargılı eliniz sargısız elinizden daha pürüzsüzdür. Hafif bir izi vardır sargının belki, o kadar.
Pamuk gibidir eliniz.
Yeni gibidir.
Bazen sırf bu yüzden ellerimi, kollarımı sarasım gelir. Kendimi sarasım gelir.
Nereye kadar sararsam açılmam bir daha onu bilemem. Ondan korkarım. Çok sarmam. Biraz sararım. Yenilendiğim kadar.
Hem incinen yerler varsa da iyileşmiştir. Ne güzel.
Sargı çok kalırsa hatta belki, deri öyle incelir ki, sonunda içindeki boşluğu, bulutları gösterebilirim herkese.
Herkes sarmalı kendini, sımsıkı, hava boşluğu kalmamacasına. Sonra da açmalı. Sonra tekrar sarmalı, sonra tekrar açmalı.
Kötü değil, kötü değil. Kendini sevmece.

kaynak : do{ Sus += Sus ; Söz -=Söz ;}while(göz>0);

Salı, Şubat 17, 2009

Oturmaya mı geldik?

Hadi kalk.

Gidiyoruz.

Yorgunsun, biliyorum, ama yetmedi mi boş yere oturup da saniyeleri susturduğumuz?
Zaten göz açıp kapaman yeter, yol yoksa yolculuk da yok.

Uzak ve dokunulmaz. Sınırsız ve bizim. Şekilsiz ve dokundukça renkleniyor dip köşe.
Gel, boşver şimdi. Neymiş bütün o sorular, bırak gitsin. Zincirlerimizden kurtulmuştuk güya, nasıl da demirlemişiz olasılıksızlıklara. Özgürlük bağımlısı olmuşuz kendi aklımızda.
Akıp gitsin zaman dediğin kuruntu.

Sessizlik. Tek cevap bu.
Yollara düşmenin ne alemi var. Varabileceğin son noktadayız işte.
Onlara uzak, bunlara sessiz, şunlara gülücük.
At kahkahalarını artık saklama. Bak kimse yok yorumlara tanımlara sokacak seni. Bırak gitsin içindeki nedensiz neşeyi.
Sanki ne olacak daha? Giden gitmiş, kıran kırmış, geçen geçmiş. Oturup da daha neyin hesabını yapacağız.

Sal kopyalarını yelkovanla akrebin üzerine. Uğraşsın o, kimsenin ruhu duymaz.

Zaten ben senim, sen bensin, sadece minicik bir incir çekirdeğiyiz üstelik.
Hadi artık ne bekleyeceğiz uygun koşulları, filiz vermeyi, ağaç olmayı, meyve vermeyi. Hadi hadi, döngüler bitmiş.

Hayat bizden başlamış.

Hayat bizden gitmemiş.

Üstelik kaçırmamışız da filmi bak.
Daha sadece reklamlardaymış.

Pazar, Ocak 25, 2009

Bir Masa Saatinin Varoluşunu Sorgulaması

Saatin kolları dolandı birbirine.
Vazgeçtiler ilerlemekten.
Hem ilerleselerdi de
Kendilerini kandıracaklardı.
Akıllıca bir seçimdi dolanmak
İnsanca bir bakış açısıyla.
Ama dolanmayı seçmemişlerdi aslında.
Çaresizdiler.
Zira çok bir sarhoştu
Saatin minik pili.
Şaşırdı eksiyi artıyı.
Saat de şaşırdı önceyi sonrayı.
Şimdi bu dolanmış haliyle
Eminim farketmiştir
Varoluşundaki anlamsızlığı.
Çok da güzel küfretmiştir
Kendisini oraya yerleştirip de
Olmayanı göstermesini bekleyen
Bendenize.
Aramızda kalsın bu:
Aslında zavallı saatçik
Sadece bir avuntuydu,
Yalanları yuttuğuma
Kendimi inandırmak için.

Pazartesi, Ocak 19, 2009

Çemberin Üstünde Olmak Gerek Bize

Gözlerim bomboş, kilitli ekrana. Ne okusam, ne izlesem tatmin etmiyor. Sırf uyumamak için nafile kaçışlarda usta oldum. Biliyorum.

Kendimi sansürlüyorum,susturuyorum içimdeki sesi. Ses çıkmıyor ki zaten, sadece tuzlu bir iki damla su yüzümde. Kelimelerin akışkanlığını yaşıyorum.

Ve bu çemberde bir nokta sadece, ne ilk ne son.

Ne yana baksam acı, ölüm ve ızdırap ama yine de umut var, ışık var. Ama ışık olsun diye kendimi mi yakıyorum?

Hadi bakalım , ne işe yaradı senin bol kıvrımlı beynin şimdi? Bir bakteri bile senden kat kat daha memnun hayatından. Niye? Evet, basit de ondan.

Karamsar değilim, lanetler de yağdırmıyorum yalnızlığıma.

Belki de sadece "çok hızlı yürüdüm ve ruhum geride kaldı."

Çalışmak diyorum, çaren bak şu kağıtların üstündeki minicik minicik işaret gruplarında saklı. İster inan ister inanma.

Hadi bir gayret, hadi bir adım.

Oysa ben biliyorum ki artık, bunu istemiyorum. Oysa ben biliyorum ki hiç bir halt bilmiyorum ve bilemeyeceğim. Tüm bunlar sadece oyun. Ben biliyorum ki içimdeki salt istek, salt huzur beni yakalamayacak bir kağıt üstünde. Ya da bir deney tüpünde, ya da bilgisayarın sanal deneylerinde. Ben biliyorum ki ben bilmiyorum. Ve evet çağlar sonra daire gene aynı noktaya varıyor. En azından bunu kanıtlıyorum kendime.

Ama bir çember çizmişler benim dışıma. Onun dışına başka bir çember, onun dışına başka bir çember belki de. Ben geçmek istiyorum. İçeride ya da dışarıda değil, tam üstüne tırmanıp noktalarla gezmek istiyorum. Ama yok, bu çemberler benim bildiğim çemberler değil.

Yok, karamsar değilim. İnatçıyım. Ben içeride ya da dışarıda değilim. Ben bir kategori, bir sayı değilim. Ben herhangi bir kağıt parçasında bir kelime değilim. Benim hayatım, benim çemberim sınırlı değil. Ben hayal gücüyüm, fikrim, hissim. Ben aslında yokum ama hiç olmadığım kadar varım. Ben salt bir beden değil, onun en küçük parçasıyım. Ben göründüğüm değil, olduğumum. Konuştuğum değil, sustuğumum.

Gel de anlat, hadi.

Ne olur anlat.

Sen anlatamazsın, ben de anlatamam.

Ve "çözüm" der, uzun kemikli parmaklar kağıt yığınını işaret edip, "çözüm okumakta.Daha fazla ve daha fazla. Kendini kaybedene kadar okumakta."

Ben de anlatan biri çıkana kadar okurum.

Ama işte... işte özlem budur.

Acele

Kokunu bende unutmuşsun.
Dün buldum yastık kılıfımın içinde.
Yıkamayla geçmemiş boş hayal kokusu.
Şanslısın, kokunu buldum.
Ama yüzün hala kayıp.

Perşembe, Ocak 08, 2009

Bolero

Etrafınızda gittikçe yoğunlaşan kara bulutlar görüyorsanız ilacı : Bolero...Ravel'in meşhur başyapıtından bahsediyorum.

Ne zaman kendimi kendimin diplerinde hissetsem, bir el uzatıp açıyorum youtube'dan bir konser kaydı ve geçiyorum karşısına. Bu ne demek? Bu hareketsiz, kıpırdayamadan, tüy gibi bilinçsiz bir şekilde kendini müziğe bırakmak ya da sen tutsan bile onun seni alması demek. Bolero böyle bir parça.

Bolero aslında bir latin müzik türünü ve onunla ilişkili dansı ve şarkıları temsil eder. Karakteristik özelliği yavaş ama keskin temposudur. İspanya'da Sebastiano Carezo ve Küba'da Pepe Sanchez kendi ülkelerine has boleroların babaları olarak bilinirler. Bu iki boleronun çıkışları birbirinden bütünüyle bağımsız olmuştur. Bolero daha sonra Latin Amerika'ya yayılır ve farklı formlar kazanır.

Klasik müzikte boleronun etkisi Chopin'den Debussy'e pek çok farklı bestecide kendini gösterir. Ama en bilinen bolero Ravel'in başyapıtıdır. Aslında temelinin büyük bölümünde bolero değil, Küba'da tangonun öncülü diyebileceğimiz habanera yatar. Parçanın orjinal ismi de Fandango'dur ve Rhapsodia española isimli bir bale eserinde yer alır. Ancak daha sonra bir konser parçasına dönüşmüştür. Bence çok da iyi olmuştur.

Ravel'in Bolerosu çok ama çok hafif başlar. Duymakta zorlanırsınız. Kulak kabartmanız gerekir dikkatlice. Müziğin kendi özelliğinde olsa da bu kadarı bence Ravel'in zekasıdır. Sizi müziğe odaklayarak başlar. Yavaş yavaş yükselirken müzik siz ne birer birer kendini gösterip gittikçe çoğalan enstrümanları ne de melodideki hafif oynamaları farkedersiniz. Müzik içinize adeta akar.

Başından sonuna Bolero, ruhunuzu bir şelalede yıkamak gibidir.

Bolero'nun hakkını vererek çalınabilmesi için devasa bir orkestra gerektiğini düşünüyorum. Şu ana kadar izlediğim tüm değişik kayıtlardan da aynı sonuca çıktım. Ne kadar çok müzisyen, ne kadar usta bir şef, o kadar güzel bir Bolero. Özellikle de konserleri izleyin, müzisyenlerin kendilerini kaptırışlarını, el hareketlerini, giderek artan coşkularını ve huzurlarını seyredin.

Bolero hem görsel hem işitsel bir meditasyon.Sürekli tekrarlanan o temel melodi, bir mantra gibi içinize işliyor. Ama hiçbir mantra sizde böylesine coşku, böylesine bir huzur yaratamaz diye düşünüyorum. Çünkü bu mantra tüm duyularınıza hitap ediyor.

Peki ben niye bu kadar övdüm şimdi bu parçayı? Sonuçta zevk meselesi kesinlikle. Ama ben az önce, birden içimden uyanan bir ışıkla farkettim ki Bolero hayatı anlatıyor. O sürekli tekrarlanan melodi işte hayatın özü. 10. dakikadan sonra da uyanış, farkına varış başlıyor. Hem sadece hayatı da değil, Aşk'ı anlatıyor. Ben zaten Aşk'ı hayatın salt bir parçası gibi düşünemiyorum, bizzat hayatın kendisi ile örtüşüyor Aşk.

Doğduğumuz andan itibaren, her bir köşeden sesler fışkırıp usulca karışıyor hayatımıza. Biz onları yoğuruyoruz ve kendi hamurumuzu yapıyoruz farketmeden. Sonra ilerledikçe yolumuzda, sesler belirginleşiyor. Eğer korkuyorsak, korkmaya, sinmeye alışmıssak, soruları sormayı unutmuşsak, bu sesler, bu gittikçe belirginleşen sesler çekilmez bir gürültü halini alıyor. Eğer merak ediyorsak hala, hala cevapsızsak, bu melodinin içine gizlenmiş cenneti farkediyoruz. Ve istesek de istemesek de bu müziğin içerisinde ilerliyoruz. Ya gürültülü bir cehennem oluyor sonu ya da farkındalığın aydınlattığı bir cennet bahçesi.

Cennetimizi de cehennemimizi de içimizde büyütüyoruz. Hamurumuzu düşüncelerimizde, zihnimizde pişiriyoruz.

Peki ya Aşk'ı televizyonlardan mı tanıyoruz yoksa içimizden mi? İçimizdeki kıvılcımlar Aşk. Ama sadece bir insanın bir insana duyduğu değil. Aşk, varlığın ötesine geçebilecek tek yüce duygu. Tek kalıcı duygudur bence. İnsan gözlerini açtığından son kez kapadığı ana kadar onu hayatta tutar. Varolan tüm çiçeklerden, varolan tüm baharatlardan sarhoş edici bir parfüm gibi biraz biraz barındırır içinde. İçimizde ilkin bir ateş böceği gibi farkettiğimiz, giderek bir yangın gibi bizi saran, renklenen, çoğalan ve huzura varan Aşk. Paylaşıldıkça sesleri çoğalan, gürleşen Aşk.

Bolero sadece bir beste. Ama her sanat eseri gibi hayatı ve Aşk'ı, dolayısıyla da cenneti ve cehennemi, huzuru ve hüznü içinde taşıyor.

NOT:
Sizlerle çok beğendiğim bir konser kaydını daha öncede paylaşmıştım. Bu linkten ulaşabilirsiniz:

Ve harika bir modern/tango yorumu :


Son olarak, Bolero gibi sade ama çarpıcı bir parçaya gidebilecek en sade ve en etkileyici dans:

Sus(a)mak

Susuyorum
Aceleye,
Mai renklere,
Hissizliğe.

Susuyorum
Adaletsizliğe,
Sevgisizliğe,
Bilmişliğe.

Susuyorum
Saflığa,
Sessizliğe,
Renksizliğe.

Susuyorum
Huzura,
Bir'liğe,
Aşk'a.

Susuyorum
Son damlasına
Tükenenen bir çağlayanın.

Susuyorum
Susmalarımıza.

Çarşamba, Ocak 07, 2009

Cevapsiz

Bir gecede
Kac olu cikar
Yalniz bir benden?

Bir bende
Kac teget gecer
Utanip sana degen?

Bir sende
Kac ben bakar
Kadehin kosesinden?

Bir kadehte
Kac ay vardir
Ayri dusmus geceden?

Bir gecede
Kac ask sarkar
Kalanin gozlerinden?

Altıda Bir

Bugün çoktan bitti.
Hatta geçti yeni günün
Tam altıda biri.
Ben hala sendeyim.

Şafak sökmedi,
En karanlık hali dünyanın.

Şarkıları mı kızsam,
Kendime mi kızsam?
Hayyam mı suçlu,
Yoksa tahta kokusu mu
Şaraba karışan?

Şimdi ben ne yapsam?
Bataklık gibi bu yatak,
Nereye dönsem ağır,
Nereye dönsem umarsız.

Dizelerin mi kıvrılıp
Beni sarsa ve uyutsa?
Yoksa bıraksam da
Dolsa mı en içerilere
Yeni gün ile kırağı?

Belki bu geceler,
Belki bu şişeler,
Belki bu şarkılar değil;
Ama bu Aşk var ya
Adamı şair yapar.

Pazar, Ocak 04, 2009

Nefes

Tüm varlıklarda
Bir yokluk gizli.
O yoklukta
Evrenin huzuru.

Tüm eylemlerde
Bir edimsizlik gizli.
O edimsizlikte
İçin huzuru.

Tüm sohbetlerde
Bir nefes gizli.
O nefeste
Dostun huzuru.

Ve nefes hızlı sözlerden.
Ve nefes derin gözlerden.

Cuma, Ocak 02, 2009

Zahiri Bataklık



Seni bilmem
Ama ben sevindim
Senli eksilmelere,
Çünkü öze döndüm.

Zaten yoktu,
Olmayan başlamaz, bitmez.

Hem baktım bulamadım
Dediğin bataklığı
Karanlık ve yapışkan,
Hani seni benden kaçıran.

Demek ki sen
Kendi bataklığından kaçmışsın.

Perşembe, Ocak 01, 2009

Yalnızlık


İki kelama bir içten gülüş,
İki ese bir nargile dumanı eş.
Benim dünyamda boşluklar da
En az kalabalıklar kadar hoş.

Gözlerim sessizse dost,
Bana sakın küsme,
Benim çarem yalnızlıktır.

İsyanımız varsa hala
Durmayan zamana,
Bu delilik de bizim değil mi?
Fısıltılar karışır rüzgara.

Derdine ilaç olam dost,
Gel yine delirelim ama,
Senin çaren yalnızlıktır.

Yıldızlara dalıp gitsek,
Şehirlerimizde kaybolsak,
Suslar konuşssa da
Biz şu huzura bir varsak.

Gözlerle anlaşıp dost,
Zihinde bir olsak da,
Kaderimiz yalnızlıktır.

LinkWithin

Related Posts with Thumbnails