Sayfalar

Cumartesi, Haziran 28, 2008

Mucizeler...

Şu son günlerde pekçok kişi gibi futbolla yatıp kalktım. Şimdi sıra Almanya - İspanya finalinde...

Açıkçası gönlümden geçen İspanya'nın yenmesi...

Yarı finalde elendik belki ama tüm dünya basınının, tüm dünyadan futbolseverlerin birleştiği tek bir konu var : Türkiye EURO 2008'i unutulmaz bir şampiyona haline getirdi.

Türkiye - Çek Cumhuriyeti maçı Avrupa Şampiyonası tarihinin en iyi maçı seçildi.


Bizi hiç ummadığımız bir anda bu kadar mutlu ettikleri ve tadı damakta kalan bir futbol izlettirdikleri (ve durduk yere kalp hastası ettikleri =) ) için Türk Milli Takımı'na bir teşekkür etmek gerek.

Türkiye - Almanya maçından sonra, şimdi herkes Türkiye'yi konuşuyor. Tanıdığım Almanlardan bile "Türkiye adına üzüldük, ama biz şanslıydık bu sefer" yorumunu duyuyorum en çok.

Geçen gün, Hintli bir arkadaşımla Ruslar'ın çoğunlukta olduğu bir mekanda Rusya-İspanya yarı finalini izlemeye gittik. Arkadaşım bana Türkiye-Almanya maçının başında Almanya'yı tuttuğunu ama sonra Türk Milli Takımı'nın oyununu görünce fikir değiştirdiğini, izlediği diğer maçlarda da çok eğlendiğini ve oyuncuların hırsına hayran kaldığını söylüyordu.

Maç izlerken, 70. dakikada 2-0 geride olmalarına içlenen bir Rus'un dudaklarından şu sözler dökülüverdi : "Türkler yaptı, keşke biz de yapabilsek." Oysa Rusya ilk golden sonra oyunu nerdeyse bırakıyor ve 3-0 mağlup ayrılıyordu yarı-final maçından... Fark açıkça belliydi : Azim, hırs, vazgeçmeme...

Şans elbette vardı. Özellikle de kale direkleri birer Volkan gibi davrandı bazen. Futbol zaten yarı yarıya şanstır diye düşünüyorum. Özellikle bu turnuvada Almanya, Türkiye ve İtalya'nın yanındaydı o şans.

Ama "üç kere üst üste tekrarlanan şans, şans değildir".(Bunu sadece Terim değil Hırvat Teknik direktör Bilic ve Alman Teknik Direktör Löw de söylüyordu.)

Ve bu sonuçlar, Türk Milli Takımı'nın "mucizeleri",oturup bir düşünmeme neden oldu. Evet, son ana kadar vazgeçmemek çok önemli. Mücadele ettiğinde, idealinden vazgeçmediğinde, sonunda mağlup de olsan, gerçekleştirmemiş de olsan içinde bir acaba kalmıyor, en azından denedim diyebiliyorsun için rahat bir şekilde. Önemli olan bu galiba. Yine de daha önemli bir sonuç, daha var : Yapabileceğine inanınca mucizeler yaratabilirsin.

Günlük hayata dönersek... Sonunda deneylerimden de istediğim yönde sonuçlar almaya başlıyorum. Tam bu EURO 2008 e denk geldi ilginç bir şekilde. Ben de beni gülümsetsin, motive etsin baktığımda diye, Fatih Terim'in o sözünü, odasında yazdığını söylediği sözleri, laboratuarda çalıştığım köşeye astım :

"İmkansız diye bir şey yoktur. Mucizeler ise sadece biraz zaman alır."

Pazar, Haziran 22, 2008

Cumartesi, Haziran 21, 2008

Çiziktiriyorum!

Fanzin için hazırlamaya çalıştığım mangaya ön hazırlıklardan biri...

Cuma, Haziran 13, 2008

Duygular ve Alışkanlıklar

Eveeeet,
Ne Biliyoruz Ki'den en sevdigim kısmı nihayet buldum :) Ve herkesle paylasmak istiyorum ama ne yazık ki buldugum bölümler sadece ingilizce. İngilizce bilmeyenlere 1. video dolayısıyla anlasılması zor olabilir.Ama benim sevdigim bölüm, yani alışkanlıkları ve hormonal etkileri anlatan hücreler, aslında daha çok görsel o yüzden bu kısmın anlaşılmasında bir sorun olmayacapını umuyorum. Yani dil zorlasa da sabredin, ortalarında kadar gelin ilk videonun. İkinci ve ucuncu de nerdeyse tamamiyle görsel zaten.





Salı, Haziran 10, 2008

Tao


Kimse herkes demektir bazen.

Herkes bilip kimse görmez ise

Herkese ne gerek var zaten.

Biz bırakalım

Herkesi kendi bilgeliğine.

Bize bilgisizliğin bilgeliği lazım.

(Arsivden, Haziran 2005)

Küçük Gri Hücrelerde Kıpırtılar 2

Çevremiz biz anladıkça,fark ettikçe değişir.

Baktıkça daha fazlasını görmeye, algılamaya başlarız.

Ve değişen çevremizle biz de değişmeye devam ederiz.

İnsanın bütün bu kavram kargaşasına ilk dalışı iletişim için olmuştu. İletişim daha çok soruyu beraberinde getirdi. Bu sorulara - bazen sırf iç huzursuzlukları örtmek için - verilen cevaplar yeni tanımlamalar getirdi. Yeni kavramlar doğdu. Ve biz farketmeden kendi tanımlarımız, kendi kavramlarımız içinde sıkıştık. Anlamak için parçaladıklarımızı birleştirmeyi unuttuk, sonra tümü unuttuk, sonra da görememeye başladık aslında.

Şimdi ilginç bir şekilde başa dönüyor ve aslında ne kadarı "hissettiğimizi" ve ne kadarı "anladığımızı" yeniden sorguluyoruz. Elbette bu sorgulamaları farketmek için kabullerimizin gelişmesi, kabullerimizin olgunlaşması ve bizim bu kabulleri aşmamız gerekiyordu.

Söylenecek çok şey var ama en kolay yola kaçacağım : (Ne Biliyoruz Ki?- What the bleep do we know?)






Birilerinin bütün bunları toplayıp bir film haline getirmiş olması o kadar hoş ki gerçekten.Huzur doluyorsunuz :)

Küçük Gri Hücrelerde Kıpırtılar 1


Güçlünün kazandığı bir dünya bu değil mi? Hayır, ilk haliyle değil. Biz yokken değil.

Güçlünün kazandığı bir dünya değil, çünkü doğanın kendisinde kazanmak yada kaybetmek yok. Av-avcı ilişkisinde de avcı kazanan değil. Dengenin sağlanması için bu böyle ve kazanmak ya da kaybetmek bu anlamda yok. Bu insanin ayrimci zihninin bir sonucu.

Sadece bir döngü var. Bir başı yada sonu yok. Doğanın içinde bu döngü gizli. Biz kendimizi doğadan üstün görüp bu döngüyü kaçırarak yapabileceğimiz en büyük yanlışı yapıyoruz. Doğanın organik birer parçasıyız. Herşeyin birbiriyle kardeş olduğunu,tüm canlılığın eş oluğunu anlamak neden bu kadar zor olabilir? Herşeyin bir olduğu savı hoşgörü ve paylaşımı beraberinde taşır.Ama kardeşlik aynılık değil.

Denge düzen demek değil. Dengenin içinde farklılık ve temelinde de kaos yatar.

“Modern” insan, hoşgörüsüz ve bencil.Her ne kadar hızla gelişen bir bilinç olsa da insan hala dengeden uzak. Dengeyi bulabilmek için paylaşımı görmesi ve hoşgörüyü anlaması,özümsemesi gerekir. Bunlar kabul edilen birer yasa olamaz. Doğanın yasaları yok aslında. Yapılabilecek tek şey anlamak,anlamaya çalışmak. Ama tümü görerek.

Anlamak tümüyle ilkel oluşu gerektirmez. Tersine anlamanın getireceği bizim teknolojimizin çok üstünde olacak; bu noktada kötüye kullanma da var olmayacak. Zaten insanlar birbirlerini de anlamayı ön planda tutacak ve birbirlerine üstün gelmeye çalışmayacak. Şu anda hiyeraşiyi güçlendirmekte kullanılan bilim ancak bu ortamda gerçekten özgür olabilir. Bilim anlamak için hizmet ettiği zaman sadece bilim olabilir. Cevabın kendisinden çok sorunun önemli olması da bu yüzden; çünkü her cevap bir soruyu getirecek ve döngünün bir sonraki aşamasına, belki de, geçilebilecek.

Anlamak için sormak gerekir.
Sormak için düşünmek gerekir.
Düşünmek içinse özgür olmak gerekir.
Hiçbir şey aslında düşünceyi engelleyemez.
İnsanın tek hapishanesi insanın kendi aklıdır. (bunu benden önce de düşünen biri vardı.)
Aklın sınırları hoşgörü ve paylaşımla genişler ve bu sürekli geri beslemeli bir döngüdür.

Felsefe insan düşüncesinin birikmesiyle olan bir "sonuç" aslında. Bir çok felsefenin sonunda din haline gelmesi neden peki? Çünkü insan kendi engellediği beyninde,aklında engelleri göremiyor. Bir kurtarıcı arıyor, aradığı kurtarıcının kendi olduğunun farkına varmadan. Kendisi sadece kendi engellerini kaldırabilir ama bu kolay değil şüphesiz. Bu durumda alışılan kolaycılık hazır felsefeye yöneliyor. Onu birer yasa gibi kabul ediyor. Soruların cevaplarının soru olduğunu unutarak doğrularını bulduğunu düşünerek yalanlarıyla zihnini doyuruyor. Felsefe düşünme iken din düşünmek istememe oluyor. Kimse kimseyi düşünmesi için zorlayamaz. Pek çok felsefeyi din haline getiren üstünde düşünülmemesi. Aslında felsefe pek çok insanın farklı yollardan benzer sonuçlara çıktığı yolların toplamıdır ve din olarak kabullenilmiş her felsefenin kabullenme sonucu belli yerlerde tıkandığı ama daha önceden düşünülüp paylaşılmış olanların farklı topluluklar için dini kurallar haline geldikten sonra bile birbirlerine çok benzediğini görmek şaşırtıcıdır.

Saf dinlerin gösterdiği yöntemler, ibadetler aslında insanın zihnini rahatlatma, huzura eriştirme amacı taşır. Bu bir nevi düşünmeyi kolaylaştırıcı, insana kendi girdaplarında kaybolmaması için yol gösterici özellikte. Huzura erişen bir beyin için anlayışa giden tüm yollar önünde serili, onu aydınlatan yıldızların olduğu gökyüzü berrak. Bu haliyle saf din, aslında toplulukların hayatı algılama, anlama ve yaşama için ortaklaşa izledikleri yollar gibi. Saf dinin gösterdiği yollar, ne zaman ki toplulukları güden emirler olarak algılanmış, ne zaman ki dinin aslından onu yorumlayanların düşüncelerini ezberleyerek uzaklaşılmış, orada aslında felsefe/dinin işaret ettiklerine yüz çevrilmiştir.

Ne yazık ki bizim zamanımızda saf din kalmadı. Dolayısıyla, “modern” anlamda bakınca, din yoktur. Düşünce vardır. Felsefe vardır. Din susturulmuş ve konuşması istenmeyen düşüncedir. Bunun farkına varıldığında inanmak, çözümüne inanmak, anlamanın arayışında bir yol olacağından artık engel değildir. İnanmak soru sormayı engellemediği sürece zaten felsefe değil midir?

İnsanın sormaktan kaçması insanın aklındaki ilk engel.

Ama en önemlisi değil.

İnsanın ilk günlerinden beri olan bu kolay sonuca varma,kestirmeden gitme alışkanlığı ilk ve en basit engel.

Sahiplenme ise belki de en büyük engel. Sahiplenmenin gözle görünür sonuçlarının bazıları bencillik, üstünlük duygusu, savaşma dürtüsüdür.

Bizim her gün okullarda yaptığımız şey nedir? En büyük sahiplenme değil mi? Bize biçilen rolü sahiplenmek değil mi? Oysa başkalarının önceden düşündüğü şeylerin izinden gitmek, bize söylenenleri yapmak düşünmek midir? Bize bir seçim sunuluyorsa bu seçimin belli bir rolün gereği olup olmadığını düşünüyor muyuz? Gerçekten kendi özgür irademizle mi seçiyoruz? Eğer seçimimizden sonra özgürce hareket edemiyorsak, bu seçimle ilgili başka rollere uymak zorunda kalıyorsak bu seçim göründüğü gibi özgür bir seçim midir,yoksa kendimizi özgür hissetmemiz için verilen bir elma şekeri midir?

Örneğin eğer seçimimiz bilim insanı olmaksa neden hala birbirimizle yarışıyoruz? Yarışıyorsak seçimimiz bilim insanı değil en iyi olmaktır. Bilim insanı olmak için en iyi olmak değil, anlamak öğrenmek önemli değil mi? Neyde nasıl en iyi olduğumuz farketmez. En iyi olmak bize biçilen roldür, bizden her zaman en iyi olmamız beklenir. Yapamaycaksak yine başka bir rol biçilir onda da hizmet ederiz. Oysa bu ikisi de olmayabiliriz. Ne sahip ne de sahiplenilen.

Kendimiz olmak için özgür seçim yapmamız gerekir.

Tüm bu sahiplenme güçlünün yendiği sanal dünyayı oluşturur. Gerçek değiller. Sahiplenme ortadan kalktığında önüne çıkan dağların birer serap olduğunu görmek de şaşırtıcı ama beklenmesi gereken bir şey.

Bununla beraber bu rolleri kabullenmiş insanların arasında yeni ve gerçek dağlarla da karşılaşılacak. Hiçbir yol düz değil. Ama anlamanın önünde engel olmadıkları sürece hiçbir dağ aşılmaz değil. İnsan beyninde özgür olduktan sonra hiçbir engel önemli değil.

Sahiplenmezsen ve sahiplenilmeye karşı koyarsan doğaya yaklaşabilirsin. Buradaki sahiplenme terimim açık mı acaba yeterince? Doğal koşullarda, mesela primat topluluklarına baktığımızda, (alan, rol, eş, hatta yiyecekler üzerinde) sahiplenme çok açık ve net bir amaç taşır: Çoğalmak. Hayatta kalmanın da doğada çoğunlukla amacı çoğalabilmek, topluluğu devam ettirebilmektir. Bu benim kullandığım anlamda bir sahiplenme olmuyor, sanırım bu açık.

Elbette özgür seçimle de zor olanı yani sahiplenmeden vazgeçmeyi reddedebilirsin. Bu, bir an için 3D gözlüklerini çıkartıp çevrendekilerin gerçek görünümlerine bakmak sonra 3D gözlükleri tekrar giymeye karar vermek gibi. Ama insan bunu özgürce seçiyorsa yine sorun değil. Bu onun özgür seçimidir. Bir bakıma kendini kandırmak,kendine yalan söylemek olsa da bilinçli olarak bunu seçebilir.

Yani İkinci engel sahiplenme...

Paylaşmak gerekiyorsa paylaşabilecek birilerinin olması gerekir. Ve insan paylaşmadıkça özgürleştiğini hissedemiyor. Nerede olduğu anlaması için dışarıdan bakabilmesi gerekiyor. Son engel belki de bu anlamdaki yalnızlık. Ama elbet bir gün bir insanla daha paylaşabileceğini,en azından düşündüklerinin bir kısmını, kelimelerle anlatılamayanlar içeride kalsa bile, biraz da olsa paylaşabileceğini bilmek, umut etmek bu son engeli de kaldırıyor.

O halde (engeller kalkınca)...

Yürümeyi öğrenmek gerek.

Yürümeyi başladıkça seçimlerimiz, isteklerimiz belirginleşecek, ve algımız berraklaşacak. Gerçeklik kavramına dalmak istemiyorum, ama şu alıntıyı da yapmadan edemedim : (Ne Biliyoruz Ki?- What the bleep do we know?)



Tüm "giyindiklerimizi" o 3D gözlüklerle beraber yolun kenarına bırakmayı başarabilmek...O hafiflik...

Pazar, Haziran 01, 2008

OK Go -A million ways. Mutlaka izleyin!!!

bkz. http://www.youtube.com/watch?v=bav63MWNUKg
Su sıralar en bayıldığım grup OK GO. Sözler, müzik hepsini geçtim klipler inanılmaz. Ba-yı-lı-yo-rum.(Not:solist aslında en uzun olanları. o ne ses o ne tip =) )

Şarkı da bu gruba ait. "Get Over It"i de dinlemeniz şiddetle önerilir,klibi de enfes.

13.saat


Buraya ilk kez geliyordu. Sokaklar kalabalık ve gürültülüydü. Parlak renkli barlardan sokağa taşan müzikler birbirine karışıyordu. Geniş caddedeki gürültülü kalabalığın içinde, yüzlerde her çeşit duyguyu görmek mümkündü.

Kalabalığın arasında yavaş yavaş ilerlerken yüzleri izliyor, bu gece nasıl bir şey yaratması gerektiğini düşünüyordu. O insanların arasında gezinirken insanlar onu farketmiyor, yanından geçtikleri sadece hafifçe ürperiyordu.

23:58.

Yürümekten vazgeçti. Solundaki parka daldı ve caddeyi gören bir banka oturdu. Tam karşısındaki eski taş binanın saat kulesine dikti eflatun gözlerini.

23:59.

00:00.

Saat kulesinin çanı çalarken cebinden bir kum saati çıkardı ve çan 12.kez çalarken yavaşça ters çevirdi.

Çan bir kez daha çaldı.

Ve tüm hareket durdu.

Yavaş yavaş tüm renkler ve tüm şekiller erirken ayağa kalktı.

Şekillerin içinde saklanan bembeyaz boşluk ortaya çıktı.

Beyaz sınırsız boşluğa daldı. İçinde yürümeye başladı.

O yürürken boşluk renklendi, şekillendi.

Yaratmak için sadece 1 saati vardı.

Her gün bir saat insanların ayak bastığı yerleri yeniden düzenlemek için. İnsanların unuttuğu beyaz özü yeniden yüklemek için.

Yaşamı yeniden yüklemek için 1 saat...

Son kum zerreleri dökülürken beyaz boşluk çoktan maddenin içini doldurmuştu.

Durup etrafına baktı. Kum saatini cebine koydu.

Hareket yeniden başladığında insanlar garip bir tazelik hissi ile doldular.

Yüzlere tekrar baktı, gülümsedi ve yürümeye devam etti.

(İlham kaynağım Deviantart'ta gezinirken gördüğüm yandaki resim. Daha fazlası da burada)

LinkWithin

Related Posts with Thumbnails